Quantcast
Channel: endiseliperi
Viewing all 43 articles
Browse latest View live

yılbaşı

$
0
0
müziği açtım:

 

sağa sola mumları yaktım:

tiramisu yapıp dolaba kaldırdım. dinleniyor. lazanya borcamda hazır bekliyor. bir kadeh şarap koydum. arçil'in öğretmenleri ile yılbaşı konuşmasını yaptım (bu yıl en çok onlara yakınım:) kurabiyeyi tepsiye dizince ve mısır ekmeğini tepsiye yayınca fırını açacağım. sırayla pişireceğim. sonra salata ve biftek. arçil odada oyun oynuyor. tina uyuyor; odaya girip onunla konuşunca kendini haliya atıp, karnını açıyor:) hmmm... şimdilik bu haldeyiz. nerdeyse mükemmel.

anton

$
0
0

A Sunday Smile by Beirut on Grooveshark 

anton, yeni yılın ilk misafiri. bugün marketten dönerken bizim apartmanın bahçesinde gördüm. minik kuyruğunu sallayarak peşimde dolaştı. komşu, birilerinin gizlice bizim bahçeye bırakmış olabileceğini söyledi. eve gidince ekmek parçalarını et suyu ile ıslatıp, üstüne tinanın ciğerinden koyup götürdüm. bir koli koymuşlar da içinde yatıyordu. eve döndüm. akşama doğru hava iyice soğumaya başladı. o sırada aklımdan sürekli dün akşam ablamla yaptığımız konuşma geçiyordu; çok sevdiği köpeği ölmüş. çok üzgündü. veteriner nedenini anlamamış, soğukalgınlığı olabilirmiş. eh, bu konuşmayı yapmış olmamızın bir anlamı olmalı herhalde.

polar şalımı kesip ona bir giysi dikip götürdüm. öyle uslu ki, kucağımda sakince yattı, ben de patilerinden filan geçirerek kazağını giydirdim. adını anton koydum. gerçi erkek mi kız mı, emin değilim ya. öyle bir süre uyudu kucağımda. şalın diğer parçasını da üstüne örtüp, çıktım. sonra yine duramayıp yöneticiye indim, hayır, apartmanın içine alması mümkün değilmiş. eve gelip bir sayfa kitap okudum. sonra hızla aşağı inip kucakladığım gibi eve getirdim. içine halı serdiğim kolinin içinde battaniyesinin altında güzelce uyuyor şimdi boş odada. sağlıklı görünüyor, henüz üşütmemiş sanırım. ama hiç sesi çıkmıyor. sürekli uyuyor. köpekten hiç anlamıyorum. burnu ıslak, ateşi yok. kış geçinceye kadar gündüzleri aşağıda, geceleri bizde kalabilir diye hesap ettim. tina faktörünü şimdilik düşünmüyorum. bakalım ne olacak.

standart haller

$
0
0
Beethoven: Piano Concerto #5 In E Flat, Op. 73, "Emperor" (Excerpt) by Beethoven on Grooveshark

yine bir 'ev' romantizmi ile karşınızdayız:) ben nahoş gerçeklerin üstesinden gelebilmek için onu romantize etmek gibi bir kaçış siyasetine çok başvursam da; bu masayı bırakıp, kendimi elim cebimde sokakların manzarasına salamıyorum. hele güneşli günlerde evin mutfağından kopamıyorum. yoksa kadıköy'de zevkli işlerim vardı; et balık kurumundan kırmızı et, komşu fırın'dan ekmek, penguen'den de bir arkadaşımın önerdiği kitabı alacaktım. size önerim alışverişe ekmek alarak başlamanız. böylece sizi hale gibi saran ekmek kokusuyla nereye girerseniz girin, sevinçli haberler taşıyan biri gibi sevgiyle karşılanıyorsunuz. 


şu an bu masada oturup bunları yazarken, müziğe demlenen çayın homurtusu ve tina'nın yatak odasından gelen sesi karışıyor. durun, tina ne yapıyor, bir bakalım.


hmm... korkunç köpekbalığı oyuncağı ile oynuyor ve her seferinde tina kazanıyor:) bu saatlerde yatağa vuran güneşle tina çok mutlu. siz de sıkıldınız tina'nın bu fotoğraflarından ama tina da bana çekmiş; hep aynı keyif rutinine sıkı sıkıya bağlıyız.

sabah erken saatte evi toparlayıp, market alışverişini yaptım. akşama yine tavuk kanat, arpa şehriye pilavı ve salata yapıp, portakal ve nar sıkacağım. yemeğe de karar verince içim rahat. siz yazıyı okurken ben tavuk için terbiye hazırlayıp, içinde dinlendireceğim akşama kadar.


bugün aslında karanlığın kültürleri kitabından okuduğum bir bölümü sizinle paylaşmak için siteyi açtım. gündeme bir şekilde denk de düştüğü için ilginizi çekebilir. aşağıya yazacağım birazdan. ilk bölümleri okurken aldığım keyfi kitabın sonraki bölümlerinde alamadım. yazarın sanki karanlığın kültürleri konusunda aydınlık, net bir fikri yok gibi. oysa fikir harika. alıntılar dışında fikrini besleyecek kendi yorumlarını zayıf buldum. başvurduğu yoğun avrupa tarihi ise bir avrupalı'yı bile canından bezdirecek kadar ayrıntılı. fena değil, ama ilk bölümleri okurken duyduğum lezzeti alamadım sonraki bölümlerinde. çevirisi de pek işimi kolaylaştırmadı doğrusu. ben kitabı aldığım ve okuduğum için hoşnutum bunlara rağmen, almış olanlarınız beni affetsin. çünkü çok da ucuz bir kitap değil. almayı düşününler de bu arızasını bilerek alsınlar.


ispanyol hükümetinin paris dünya fuarı'ndaki çadırı için sipariş ettiği guernica (1937), 1930'ların ortasından sonlarına kadar süren siyasi krizden ilham almıştı. resmin hayvani çirkinliği, hayatın şenliğinin elem, acı ve kara bir ümitsizlik getiren kabus gibi otorite düşkünlüğüne batmışlığını dile getiriyordu. bu picasso'nun faşizmin saldırganca yıkım peşinde koştuğu 1936-1937 yıllarında hayata geçirildiğini gördüğü politikaydı.

'ispanyol mücadelesi, gericiliğin halka karşı, özgürlüğe karşı savaşıdır. bütün sanatçılık hayatım, gericiliğe ve sanatın ölümüne karşı sürekli mücadele vererek geçti. gericilik ve ölümle bir an bile anlaşabileceğimi kim nasıl düşünebilir? (...) üzerinde çalıştığım, guernica dediğim panoda ve yakın zamanda yaptığım tüm sanat eserlerinde, ispanya'yı acı ve ölüm okyanusunda boğan askeri kasta duyduğum tiksintiyi açıkça ifade ediyorum.'

eleştirmenler tarafından 'dahi bir ruhun kopardığı bir rezalet çığlığı' diye tarif edilen ve 'sevdiğimiz ne varsa öleceği' ilan edilen siyah beyaz bir dikdörtgen olan guernica, siyasi medeniyetin terse dönen akıntısının patlamaya hazır bir sanatsal ifadesiydi. stephen spender'in new statesman'da belirttiği gibi, ayrıca panonun sersemleten 'renksiz' (siyah beyaz gri) kolajı, 'ikinci elden bir deneyimin uyarıcı kabusunu' görsel olarak olarak yakalamıştı. bu anlamda ürkütücü geleceğin, faşist karşıdevriminin uçurumuna yuvarlanması  ile paralellik taşıyordu; bu durum dünya insanlarının çoğu tarafından sadece gazete, telsiz ya da haber filmlerinin taraflılıklarıyla kavranabiliyordu; belgesel filmin yabancılaşmış görüntüsü picasso'nun katastrofik bir dağınıklığın olduğu uzun tualinde, durmadan yayılır gibiydi.



çaresizliğin bu karanlık diyaloğu, ispanya'nın kıyas götürmeyecek denli kaotik devrim ve karşıdevrim döngüselliğiyle doğrulanmışa benziyordu. komünistlerin ve diğer solcuların oluşturduğu barcelona halk cephesi, 1936 seçimlerinde, franco'nun liderlik ettiği ve katolik toprak sahipleri ile faşistlerin desteklediği bir grup ordu generali tarafından, çok geçmeden meydan okunacak olan bir zafer elde etmişti. nisan 1937'de naziler, herhangi bir askeri ehemmiyeti olmayan kana susamış bir manevrayla, bask halkının sembolik merkezi guernica'yı bombalayarak bin altı yüz kişiyi öldürdü, sekiz yüz kişiyi de yaraladı.

s. 419-421
karanlığın kültürleri, bryan d. palmer, ç. şebnem kaptan



ölü evinden anılar

$
0
0
 

içimde aldırışsız, kocaman bir boşluk vardı. ne yapacağını bilememek, yolunu bulamamak sancılı bir rüzgar gibi dolaşıyordu bu boşlukta.  beni kaybolmaktan koruyan hayatımın sıradan alışkanlıklarına her zamankinden daha çok bağlanmıştım. bana ne çarpsa, ait olduğum kuşağın kapkara bir ironi ile yüklü alaycı bakışında yankılanıyordu.


çantamda ölü evinden anılar kitabı, moda’da, çay bahçelerine doğru yürüyorduk. güneşli ama çın çın öten soğuk, berrak bir hava vardı. yanımda, yirmi yıl önce birbirimize sıkıca bir düğüm atıp, ipi uzun ve gevşek bıraktığımız, seyrek zamanlarda bu ipi gererek birbirimizi bulduğumuz arkadaşımla, ordan burdan konuşuyorduk.  daha doğrusu, bolca hikayeye ve sistematik konuşma becerisine sahip arkadaşım konuşuyordu da ben onun anlattıklarını  bölük pörçük paragraflarla karşılıyordum. günlerdir dışarı çıkmamıştım ve gördüğüm her şey ilgimi çekiyordu, dikkatim dağınıktı. sağımdaki duvarda “drink van houten cacao” ilanına çekti dikkatimi arkadaşım. biliyor muydum hikayeyi? hayır, bilmiyordum. yirminci yüzyılın ilk yıllarında, halka açık idamların yapıldığı bir zamanda geçiyor hikaye. seyirciler bekliyor. adamın birkaç dakika sonra kafası uçurulacak. ancak van houten adında hollandalı bir firmanın, şimdiki cin fikirli reklamcıların öncülü bir adamının aklına parlak bir fikir gelir. adam, kafası uçurulmadan önce “van houten kakao içiniz,” diyecek, karşılığında ailesine para ödenecek. böylesine rezil, karanlık bir insanlık tarihine sahibiz işte. son nefesinin bile böyle bir değeri var. arkadaşım, van houten kakao ismini duyunca, kan kokusu alıyorum sanki, dedi. etkili, ama yanlış bir reklam fikri olduğunu onayladım. şair arkadaşımın dediğine göre mayakovski “pantolonlu bulut”şiirinde bu olaya gönderme yapıyormuş. o, bu hikayenin kendindeki etkisiyle çok daha önce vedalaştığından benim için bir süre sessiz kalıp, yürümeye devam ettik.

size daha o gün yazmayı düşünmüştüm bu olayı. bir sürü de edebiyat yapacaktım. ama dedim ya, hayata olan tüm ilgim, içimdeki şu derin boşluğa gömülüp, kaybolup gidiyordu. bu sabah, güneş ışığı dağın tepesindeki karları yalayarak bir hançer parıltısıyla uykumu bölünce, hızla kalktım. mutfak penceresine toplaşmış güvercinler ekmek, akvaryum camına yapışmış balıklar yem bekliyordu. tina benimle uyanmış ama tembellik yapmaya karar vermiş, güneş ışığında uzun uzun gerinerek oyunbaz gözlerle bakıyordu bana.




ölü evinden anılar kitabını bir sonraki yalnız başıma yaptığım moda yürüyüşünde bitirdim. dostoyevski için denilmiş olandan fazla ne diyebilirim ki? benim hayranlıkla dilim tutuluyor her seferinde. okuma serüveninde dostoyevski’ye yer vermemiş, kendi ruhuna dostoyevski ile bakmamış biriyle, dostoyevski ile tanışmış biri ayrı evrenlerde yaşıyor demektir bana göre. dostoyevski ile tanıştıktan sonra o insan için hiçbir şey eskisi gibi olmaz artık. insanı anlamak ve kabul etmek için esnek ve geniş bir bakış açısına sahip benim gibi biri için; her iyi yazar ve onların her kitabı için ayrı bir okuma sözleşmesi yapacak kadar alttan alan biri için bu sözün çok iddialı olduğunu biliyorum. zaten bir tek de dostoyevski için bunu diyebilirim.  

ölü evinden anılar kitabında,  sınırları ihlal etmiş olanların, zihin atölyelerinde önce kendi hayatlarını yok edecek fikir inşa edenlerin, düzenli hayatlarının sıradan istikametinde yazgının mayınlarını patlatıp düşmüşlerin... canilerin, hırsızların, dolandırıcıların, kısaca toplumdan sürülmesi icap eden mahkumların yaşadığı sibirya hapishanesi anlatılır.  onların dehşet veren marjinalleşme öykülerine odaklanırsak, bu suçluları ahlaki olarak yargılar, ancak bu taraflı bakışla onları pek de anlayamayız. dostoyevski'nin yaptığını yapıp insanı karakter olarak okursak; olayları, nesneleri insan ruhunu ortaya koyan araçlar olarak düşünürsek daha etkili bir kavrayışa sahip oluruz gibi gelir bana.

dostoyevski’nin o kalın kitaplarında karakter çeşidi az ama çok derinken, bu kitapta bolca karşımıza çıkıyor onlar. basit, dümdüz, doğrudan bir betimleme yapmış, ama nasıl bir ruhla karşı karşıya olduğumuzu hemen anlıyoruz.  olağanüstü kötü şartlardaki insan manzaralarından bahsetse de, okuduğum mizahi yanı çok güçlü kitaplardan biri ölü evinden anılar. beni müthiş bir hızla kendine çeken şu -ki conrad’ın narcissus’un zencisi kitabı da benzer nedenle çok ilgimi çekmişti-; her tür sınıftan, ırktan, milliyetten gelen bu suçlular toplumdan sürülürler, ama hapishanede yeni bir toplum oluştururlar. eski otoriteye benzer bir merkezi otorite ve onun baskısı altında, sosyal ve sınıfsal ayrımlar bu kez bambaşka bir şekilde kodlanarak, yeni bir toplum örgütlenmesi oluştururlar. bu yeni topluma uygun olarak temel karakter özellikleri de yeniden örgütlenir insanların. işte benim sevdiğim bu.

kitaptan bazı bölümleri size sesli olarak okuyayım istedim, ama laptop’un mikrofon girişi bozuldu geçen gün, sesim pek cılız duyuluyor mikrofonsuz. yoksa birkaç çok sevdiğim karakterin, ünlü hamam sahnesinin, mahkumların at alma macerasının olduğu, suçluluların otorite ile ilişkilerinin analiz edildiği o çok nefis bölümleri size okumak isterdim.

ölü evinden anılar kitabını bir kasvet duygusu verdiği için okumayı erteliyorsanız, kitabın çok değişik türden bir mizah anlayışı olduğunu da söyleyerek sizi okumaya ikna etmek isterim.

şimdilik bunları diyerek bitirelim konuşmayı. sonraki günlerde canımız isterse tekrar döneriz kitaba. ancak bugün yakaladığımız neşe yakıtı ve soğuk mutfak ve sürdürülmesi gereken rutin, konuşmayı burda bitirmemizi gerektiriyor. hem akşama aklına içli köfte yapmayı koymuş birini dostoyevski bile oyalamamalı;)

hrant için blog

$
0
0
arkadaşlar, hrant'ın anısına sahip çıkmak, hrant'ın ailesini ve eşi rakel dink'i yalnız bırakmamak, toplumun vicdanını örseleyen davanın sonucuna duyulan tepkiyi dillendirmek, bu davanın bitmediğini,  mücadelenin asıl yeni başladığını göstermek için bir blog oluşturdular. orada göreceğiniz görsel ve yazılı dokümanlar sizin de hissiyatınızı anlatıyor. ziyaretinizle anlamı büyüyecek olan blog, şurada.

patatesli omlet

$
0
0

kusursuz bir kış günü. soğuk, gri, aman vermez. sessiz. ne olması gerekiyorsa, o.  yağmur, kar, rüzgar yok; insan duygulanımlarına başvurmayı gerektiren ve böylece onun varoluşunu bulanıklaştıran, insanın estetize etme merakına da gönül indirmeyen sağlam bir kış  günü.  pis bir gün, kusursuz bir gün. pencereden bakıyorum. avucumu, yalıtımsız çıplak duvara dayadım. buz gibi soğuyan elimi hemen sonra radyatörün sıcak yüzeyine bırakıyorum. çok güzel. "bilincin mutlulukla tek ilişkisi şükrandır: hiçbir şeyle kıyaslanamayacak haysiyeti de oradan gelir."* aklımda tembel, aylak, cevabını pek de aramadığım bir soru; "yumurtayı haşlasam mı, omlet mi yapsam?" arkamda yorganın hışırtısı, arçil uyanıyor.
- yumurtayı haşlasam mı, omlet mi yapsam?
- sosisli, kaşarlı tost yerim.
şu yumurta çıkmazından kurtardığı için mi bilmem, çok sevindiriyor bu tercih beni. bir itiraz belki ama, her itiraz gibi başka bir yolun mümkün olduğu haberini de veriyor. gidip şakağından öpüyorum. onu öpmekten en çok hoşlandığım yer. saçının kokusu, ince derisi, altında kemiği, öyle narin ki... sanki çocukluğu, sanki onu kollayan annesi oluşum hala orada. o kemiğin hemen arkasında duyularının toplaştığı yerler, hafızası... küçük küçük, derli toplu, değerli, biricik hazineler.
- tost yapacağım, ama patatesli omlet de yapacağım.
- olur, diyor, biraz daha tembellik yapmak için arkasını dönerken.
dondurulmuş parmak patatesle omlet ne güzel olur. aklınızda olsun.

*adorno, minima moralia'da geçer.

akşam olmuş; haftasonu evde olmayacak arçil için mutfakta, ona göre bir şölen sofrasına yakışacak yemekler olan, kış çorbası, turşulu köfte sandiviç, domatesli fesleğenli spagetti, fırın sütlaç ve karışık bitki çayı hazırlarken, aynı kitaptan günün falında çıkan:

"hakikatin yalan, yalanın da hakikat gibi göründüğü bir dönemeçteyiz şimdi. her açıklama, her haber, her düşünce daha önce kültür endüstrisinin merkezlerinde biçimlendirilmiş olarak geliyor bize. böyle bir ön-biçimlendirmenin tanıdık izini taşımayan şeylerse inandırıcılıktan yoksun bulunuyor, çünkü kamuoyu kurumları ortaya sürdükleri her şeyi bin türlü olgusal kanıtla ve topyekun iktidarın el koyabildiği her çeşit makulluk aylasıyla donatabiliyorlar. bu türden basınçlara direnebilen olgular, imkansız görünmenin yanında, kültür endüstrisinin son derece yoğunlaşmış yayım aygıtıyla yarışamayacak kadar güçsüz kalıyor. almanya'nın sunduğu uç örnek genel mekanizmayı da aydınlatır. nasyonal sosyalistler uyguladıkları sistematik işkenceyle almanya içindeki ve dışındaki halklara dehşet salmışlardı; ama hunharlıklarının inanılmaz boyutlara varması onları teşhir olmaktan da kurtarıyordu. eylemlerinin akla sığmazlığı, herkesin o pek kıymetli barışı kurtarmak adına zaten inanmak istemediği ama aynı zamanda teslim de olduğu şeye inanılmamasını kolaylaştırıyordu. titrek ve dokunaklı sesler işitiliyordu; zaten her şey çok abartılmıyor mu. savaşın patlak vermesinden sonra bile toplama kamplarıyla ilgili ayrıntılar ingiliz basınında rağbet görmemişti. her korkunçluğun aydınlanmış dünyada bir korku filmine dönüşmesi kaçınılmazdır. çünkü bilinçdışından iştahlı bir karşılık alan bir nüve vardır hakikatin doğru olmayışında. mesele sadece bilinçdışının vahşet eylemlerini beklemesinden de ibaret değildir; faşizm, başka yerlerde gizlenmiş durumda kalan tahakküm ilkesini açıkça ortaya koyduğu ölçüde daha az "ideolojik" sayılır. hiç fark etmez demokrasilerin ona karşı bir takım insani değerleri öne sürmesi. faşizm, bu değerlerin insanlığın tüöünü temsil etmeyip sadece kendisinin ıskartaya çıkarmaktan korkmadığı bir serap olduğunu belirterek kolayca çürütecektir demokrasilerin savını. ama uygar dünyada insanlar öyle umutsuzluk noktalarına gelmişlerdir ki, dünya kendisinin ne kadar da habis olduğunu itiraf etme görevini onların kötü yanlarına yüklediği anda, o pek çelimsiz iyi yanlarından da hemen vazgeçmeye hazırdırlar..."

kahve sigara, kılık kıyafet, şu bu... resmen uykusuzluk sarhoşluğu

$
0
0
güneş kaçınılmaz olarak ve bir çocuk resminden, iki dağın arasında aniden ve pür neşe doğarken, 53 santime kocaman bir şımarıklığı sığdırarak yine yatağın büyük kısmını kaplayıp, beni kenara itmiş tina'nın uykulu, ne yaparsam itirazsız kabul eder bedenini kucaklayıp, "canım mısın benim, tina?" diye sordum. iki yeşil çizgi bıkkınlıkla açılıp kapandı. "elbette. canımsın," dedim, onu kıvrımının içine yeniden bırakırken.

güneş iyi bir şeydir; önerilerle dolu bir gün inşaa eder, ihtimallerin her birine katacak bir parça neşesi vardır. o halde; davranışlarında yumuşak, kararlarında sert bir insan olalım, yatağı hemen toplayalım, kettle'a kahve suyu koyalım  ve müzik!



bugün pek muhabbetçi bir halim var. şişli'ye kadar gidebilirim bu uğurda. ama çok uzak, güneşi yarı yolda kaybetme ihtimali de var ki, kontağı istediğin kadar çevir, neye yarar,  benzin bittikten sonra. böyle zamanlarda kadıköy çarşısı, dünyaya sevgi dolu bakan bir çizgi romancının neşeyle çizdiği bir  sayfaya benziyor hayalimde. önümdeymiş gibi sayfadaki her ayrıntıyı mutluluklu inceliyorum. öyle ki, üst kattaki gizli atölyede işe erken başlamış, mola verip pencerede sigara içerek sokağı seyreden ayakkabı ustasını, henüz tezgaha dizilmemiş buzlu kasalardaki balıkları, kurabiye kokulu pastaneden çıkan dumanı... manzaraya kendisini de ekleyen oyunbaz çizer gibi her zaman oturduğu pastanenin dışarı çıkarılmış küçük masasında çayını ve sigarasını içip aylakça çevreye bakan kendimi... sonra sayfayı çevirirken bilinci son hız açılan biri gibi kendime evde, mutfakta gelip kahveyi yapıp, sigarayı yakıyorum.  ne harikulade bir gün.

sizinle konuşalım. seviyorum bunu. ve korkarım, sağlıksız denecek kadar da bağlıyım buna. ne konuşsak? eğlenceli bir şey olsun. dün akşam, julian barnes'ın manş ötesi adlı öykü kitabını okurken hoşuma giden bir paragraf vardı, ordan girelim. kilisedeki papaz, hiç deneyimi olmamasına rağmen tenin günahlarından arındırılması kuramından bahsetmek amacında cemaatine. bu kuramı anlatmak için de dolambaçlı bir yol izleyerek dinleyicilerini eksantrik giysiler giymenin tehlikeleri konusunda uyarmak istiyor. 

"bazı kimseler tanrı kelamının gerçek otoritesine karşı çıkıp çoğu kez bir üniforma giymeyi benimseyerek kendilerini ötekilerden ayırmayı seçiyorlardı. işte ménil-montant'ın komünizm benzeri toplumunda sevgiyi simgelemek için beyaz pantolon, çalışmayı simgelemek için kırmızı bir yelek ve inancı simgelemek için de mavi bir ceket giymişlerdi. bu son giysi düğmeleri arkadan iliklenecek şekilde yapılmıştı; çokeşlilik savunucularının kardeşliğin bir kanıtı olarak benimsedikleri bir özellikti bu, çünkü hiç kimse ceketini bir başkasının yardımı olmaksızın giyemezdi. papaz , konuşmasının bu noktasında bir konuyu kutsallık dolu bir sessizlikle geçiştirdi; bu sessizlik sırasında cemaatten bazıları papazın neyi dile getiremediğini doğru olarak tahmin ettiler; çokeşlilik savunucuları, dolayısıyla bir başkasının yardımı olmaksızın soyunamayacaktı.

arka sırada oturan adéele şimdi tamamen dikkat kesilmişti, papazın cüppesinin önündeki düğmelere sanki erdemin ta kendisine bakıyormuşçasına bakıyordu; aynı zamanda da birkaç gün önce gözünün kaldığı pamuklu kızıl bir yeleği anımsamıştı."

giysilerin böyle, hemen her zaman ideolojik bir anlamı oldu sanırım. bizim yakın zamandan hatırladığımız yeşil parkalar gibi. arçil geçen yıl aldığım siyah anorak mont yerine bu yıl yeşil, kocaman bir parka giymek istediğini söyleyince ona bu giysinin bizim tarihimize denk düşen anlamından bahsettim biraz.  komünist olmaya dünden razı olduğundan sabırsızlıkla o yeşil parkanın içine girmek istedi. benim pis bir huyum var; zaman zaman çok didaktik bir anneyim. "ama," dedim, "her insan okumazsa olur da, komünist adamın cahili hiç çekilmez... fikrini savunur durumda olmak için donanımlı olman lazım bi kere. her insanın asgari yaşam standartının sorumluluğunu üstlendiğinden insancıl olacaksın.  yani hem cahil olmayacaksın, hem ruh saflığına sahip olacaksın bu durumda.  en zoru bu. emeğin kutsallığından bolca bahsedeceğin ve bunu demeye hakkın olması için de çalışkan olacaksın, insanların üstünden kolayca para kazanmayı ahlaksızlık sayacaksın... ee, küfür etmeyeceksin, devrimci adam için bir yozlaşma göstergesidir küfür.  bu durumda kişiliğini askeri bir disiplinle örgütleyebilmen gerek o yeşil parkayı giymek için."  eh, bir daha yeşil parka sohbeti geçmedi aramızda:) bu ne ya, her yıl mont mu alınır! istediği botlar için de benzer bir sohbet geliştiriyorum aklımda. böyle böyle ucuz atlatacağız bu yılı;) şaka şaka, o kadar da diil.

biz, kılık kıyafet devrimine sahip bir toplumuz. bunun öncesi de var; onyedinci yüzyılın ortalarında şeyhülislam yahya efendi, hangi kıyafetlerin caiz, hangilerin yasak olduğunu, kimin, ne giyeceğini bir bir yazmış. "... bir husus dahi budur ki bazı derzi kafirleri vardır ki kırmızı yelken takye ve kırmızı arakiyyeler giyerler. müslümanlar bilmezler ki müslüman mıdır, kafir midir bilmeyüb selam virirler, ri'ayet iderler. günahdur, bunlara dahi yasağ olunsa." hmmm...

bizim avrupa ile uyum çabamız daha kırım savaşına 1856 yılına kadar gidiyor. bu tarihten itibaren katibim şarkısının da etkisiyle şehirli erkek kıyafeti avrupa tarzına uymuş, mobilyadan masaya hızla avrupa adabı benimsenmeye başlamış. anadolu halkı yine ilgisiz konuya; yirminci yüzyıla kadar hiç değişmemiş anadolu modası.

abdülhak şinası hisar, çamlıcadaki eniştemiz kitabında - çok şenlikli bir kitap. okumanızı isterim-, garplılaşmak temayülü gösteren cedlerimizin çok çirkin giyindiğini, çünkü bu şeylerin iyisini kötüsünü ayırt edecek bir beğeniye sahip olmadıklarını söyler.

benim giyim tarzım yine başa dönmüş durumda. kavisi düzgün dairesel hareketle mü-kem-mel bir  sıfır yani. kot pantolon, büyük gömlek, kocaman kazak içinde yine en mutlu olduğum o paspal haldeyim. ne etime saplanmış küpelere, ne bileğimden itibaren beni kıskıvrak yakalayan saat kayışlarına tahammülüm var. zaman zaman çekiciliğine kapıldığım alyansı aynı hızlı hareketle çıkardığımı siz de burada müşahade etmişsinizdir:) annemden para istediğimde, "başıma yıldırım düşse, beni koruyacak kuruş yok," derdi, aynen öyle tüm süslerden azat edilmiş durumdayım.

ancak giysi tarihimin kavisli kısımlarında ben de yaratıcı giysi mesaisinde bulundum. geleneksel bir bankanın kurum avukatlığından istifa edip bir reklam ajansında çalışmaya başladığımda en hoşuma giden şey; hayır, yaratıcılık isteyen heyecanlı bir işe  başlamış, daha fazla para kazanmış, bambaşka yaşam biçimlerine, kavramlara, nasıl desem bir tür hafif meselelere sahip gösterişli arkadaşlar edinmiş olmak değildi. artık istediğim gibi giyinebilecektim! minicik etekler altında ökçeli pabuçlar, kocaman küpeler, daracık kotların üstünde el kadar tişörtler... sanki artık özgürlüğümü ilan etmiş; takım elbise üstünde saçımın yan taraflarını arkada tek toka ile tutturup, ağır, kocaman çantayla adliyeye sürüklendiğim kendimi, tek gardrop hareketiyle arkada bırakmıştım. yaşasın! gençlik işte.

giysilerinde yaratıcı bir tarz geliştirmiş, değişik türden kumaşları, renkleri çok marjinal tarzda ama hayret yine de çok uyumlu bir şekilde kombine etmiş kadınları izlemekten çok hoşlanırım hal böyleyken.  giysi seçimlerine, şahsiyetlerinin göstergesi olarak çok önem veren kadınlar, her ilişkide flört ettiği erkeğin beğenisine göre gardrobunu radikal tek bir hareketle değiştirecek kadar cefakar zanaatçılardır:) eski sevgilisinin onu içinde görmeyi sevdiği çiçekli, sevimli elbiseler, keskin hatlı erkeksi tarzı tercih eden yeni sevgilisi ile birlikte, eski fotoğraflar gibi gardrobun dibini boylar.  kadının sonsuz beğenilme arzusunu sekteye uğratan tek zaman dilimi, regl dönemi sanırım. battaniyenin altında, bol pijamalar, upuzun kazaklar, kocaman çoraplar, elinde çikolatası, acıklı bir eski siyah beyaz film izlerken, bir erkeğin bakışına da en ilgisiz olduğu periyodu yaşar. "çekilir misin ya şu televizyonun önünden!" ıyk:)


kadınların ayakkabı düşkünlüğü hakkında ne desem cehaletimi göstermiş olurum, çünkü bende hiç yok. yazın converse, kışın, bildiğin kocaman, dümdüz bot. geçen yıllarda acemi bir blog vatandaşı iken sevgili everfever'in sitesinde, o zamanlar pek moda olan ucu sivri, uzun, kalkık ayakkabıları, birazdan diyeceğim nedeni sezdirir şekilde sevmediğimi ifade etmiş, bir başka yorumcunun hışmına uğramıştım. hiç unutmam, everfever babalar gibi savunmuştu beni. sağolsun. neyse. ayakkabı icat edildiğinde öyle sağı ayrı solu ayrı değilmiş. ikisi de aynıymış. iö 200 yılında başlamış o sağ, sol ayrımı. ayakkabıda ölçü standartı da 1305'te başlamış. bunda da onüçüncü yüzyılda ingiltere'de moda olan 'poulaine' veya 'cornadu' denilen ayakkabının etkisi olmuş. bu ayakkabıların ucu uzatılarak dik durması için içi dolduruluyor veya bağlanıyormuş. otuz santime kadar uzatılan bu bölümler açıkça penis biçiminde yapılıyormuş.  elbette kilise bu moda ile mücadele etmiş bu dönemde ve eh yani avamın onbeş santime, soyluların biraz daha uzun boynuzlu ayakkabı giyebileceği hükme bağlanmış.


şimdi bu penis benzeri ayakkabı konusu aklıma elbette ve derhal bülent somay'ı getiriyor. onun, bir şeyler eksik kitabını okumanızı çok isterim. gülme garantili, süper bir kitap. orada, ilk bölümde penis üstüne epey bir mizah yapıyor ve sonra diyor ki;  

"(...) çünkü (maalesef) iktidarın kapısını açacak olan (kilide girecek olan) anahtar, penis, yani salt biyolojik bir organ değil. onun yunancası, fallus. fallus bir gösterge, görsel olarak penis üzerine kurulmuş, ama her dilde ondan ayrışıp iktidarı gösterir hale gelmiş bir işaret. o da bizde yok. zaten aslında kimsede yok. bazıları varmış gibi yapıyor yalnızca.

'fallus bir eksiğin göstergesidir.' asla sahip olmadığımız bir şeyin göstergesi. biz bazen o şey bizde varmış da sonradan kaybetmişiz gibi yaparız yalnızca. kadın ya da erkek olmamız fark etmez: iki durumda da fallus hep bir eksiğe işaret eder. erkekler biyolojik olarak fallusa benzeyen bir organa sahip oldukları için, "vardı da kaybettim" yanılsamasına düşmeleri daha kolaydır yalnızca.

fallus bir gösterge. polisin elindeki cop, babanın tokadı, abd'nin füzeleri. ama bunların hiçbiri sahibindeki eksiği gidermez: ne polis iktidara sahiptir, ne baba, ne de abd başkanı. o yüzden de çok tehlikelidirler: bir eksiğe sahip olmanın tahammül edilmez farkındalığıyla, ellerindeki nesneleri akıldışı biçimlerde kullanabilirler. bir şey öğrenmesi gerekmediği halde işkence yapan polis, durup duruken tokadı basan baba, beceriksizce güç kullanıp yüzüne gözüne bulaştıran abd, hep o eksiği kapatmaya çalışmaktadırlar.

hiç sahip olmadığımız, sahip ıolmanın nasıl bir şey olduğunu bile bilmediğimiz bir şeyin yokluğu, tekinsiz bir duygu verir bize. yok, ama olsa ne olacaktı? daha mı güzel olacaktım? daha mı akıllı, daha mı zeki, daha mı cazip?

o yüzden de küçük bir kaydırmayla, eksikliğini çektiğimiz şeyin hiç olmamış olduğu bilgisinin üstünü örter, onu bir kayba dönüştürürüz; bir zamanlar sahip olduğumuz, ama şimdi kaybettiğimiz, elimizden alınmış, çalınmış bir şeye.

eh, onu yolda yürürken cebimizden düşürmediğimize göre, mutlaka birileri çalmıştır bizden. koparıp almıştır. o zaman çözüm kolaylaşır: bizdeki eksiği çalan birilerini yaratır, hayatımızın geri kalanını onlara kızarak geçiririz. bu birileri, yahudiler olabilir, müslümanlar olabilir, siyahlarolabilir, enteller olabilir, bizim gibi olmayan herhangi birileri.

keyif hırsızlarıdır bunlar. bizim bilmediğimiz bir şeyleri bilen, hayatımızın sırrına vakıf insanlar. türbanlı kızlara öfkelenenlerimiz, aslında bir yandan damerak içindedir: yazın ortasında böyle bir kılığa girdiğine göre, acaba benim bilmediğim nasıl bir tatmin yatıyor bunun arkasında? mutlaka benden çalınan şey oradadır. bütün siyah erkeklerin penisi kocamanmış. vay alçaklar! şu enteller işe yaramazinsanlar, hep laf, hep laf, konuşmaktan başka bir şey bilmezler. ama bu kadar lafın arasında benim bilmediğim bir şeyi biliyor olabilirler mi? benden esirgenen bir sırrı? kahrolsunlar!
biraz rahatladık mı? hayır sadece biraz ırkçı, biraz bağnaz, biraz anti-entelektüel, biraz hoşgörüsüz olmayı başardık. hayırlı olsun."

dikkatiniz dağıldı, biliyorum. kendimi tutamayıp uzun tuttum alıntıyı çünkü. hep beraber yukarı paragrafa gidiyoruz şimdi ve hep beraber hayret ediyoruz; yüksek topuk ayakkabıları önce erkekler giymiş. zaten o dönemde kadın modası uzun eteği şart koştuğundan ve bu nedenle ayakkabı görünmediğinden, kadınlar için bir ayakkabı modası söz konusu değilmiş.  aurelianus (270-275) erkeklere kırmızı, beyaz, sarı, yeşil ayakkabıyı yasaklamış. osmanlılar'da da ayakkabı renkleri kurallara bağlanmış; müslümanların kavuk ve ayakkabıları sarı, ermenilerin başlık ve ayakkabıları kırmızı, rumların siyah, yahudilerin mavi imiş.

ayakkabı (kuzuların sessizliği filminde de geçer), statü gösterir ve simgesel bir nitelik taşır. çin'de ayakkabı uyum ve denge simgesiymiş ve bir oğul sahibi olma dileğini ifade edermiş. eskiden mahkemelerde kocasının cinsel iktidarsızlığı nedeniyle boşanmak isteyen kadınlar, hakimlere bu durumu anlatmak için ayakkabılarını çıkarırlarmış. demek ayakkabı ve penis arasında ciddi bir analoji varmış tarih boyunca.

başka bir zaman size kumaş çeşitlerini ve ayakkabı isimlerini yazayım. şimdi ne yapalım? gördünüz mü, güneş gitmiş. berbere mi gitsem ben acaba? yoksa çok daha iyisi gitmesem mi?:p

sözü geçen kitaplar: 
. julian barnes, manş ötesi, ayrıntı yayınları, çev. serdar rifat kırkoğlu
. bülent somay, bir şeyler eksik, metis yayınları
. abdülhak şinasi hisar, çamlıca'daki eniştemiz, yky
. ve elbette, kudret emiroğlu, gündelik hayatımızın tarihi, dost yayınları



iyi ki doğmuş bitanem, iyi ki...


conrad okuyor: pass

$
0
0
café de pass, bir sürü harika müziği dinlediğim bir yer.

'yalnızım' dediğimde, bu yalnızlıktan ne kasteddiğimi  pass'ın anlayacağını bilirim. sanırım aramızdaki bağı, birbirimize ilgimizi bir sözcükle açıklamak gerekse, o, yalnızlık olurdu. yalnızlığın da çeşitleri var; bazısı cehennemde nefes almaya çalışmak gibidir. ruhuna bir is gibi sıvanır ve en parıltılı gülücüğün bile onunla gölgelenir.  solgun yüzlü şairlerin romantize ettiği o yalnızlıktan epey farklıdır. varoluşunu alçakgönüllü, gösterişsiz, iddiasız olarak sürdürmek dışında yapacağın her şey kendine yabancılaşmana neden olur. kötülük duygusu, hırs, nefret, dünyayı o kadar ciddiye almadığın, eşitlenmenin öylesine gönül indirmeyeceğin  için listeden çıkardığın duygulanımlardır. böyle biriyle kahve içip dedikodu yapamazsın. normalden bir sapmayı ifade eder çünkü dedikodu ve insanın derin kederini tanımış birinin normal ibresi biraz farklıdır.

pass ile seyrek olarak mektuplaşırız ve tüm ilişkimizin içeriğini de o ender zamanlarda yazılmış mektuplar oluşturur. şurdan burdan, havalardan, çocuklardan, yemek tariflerinden konuşuruz, ama kimle konuştuğumuzu derinden biliriz. o, dünyada yazılmış en güzel kitaptan gelir, ben o kitaba doğru giderim ve arada rastlaşırız; birbirimizi tanırız.


biraz önce geldi, pass'ın fotoğrafları. jpeg'e çevirmesi için arçil'den yardım istedim. bu sırada mutfaktaydım. kar devam ediyordu. artık ilk günkü gibi neşeli bir duygu vermiyordu da, "beni yanlış anlıyorsunuz; ciddi bir şeyden bahsediyorum," diyen biri gibi bir gizi çözmemiz için kararlılıkla yağıyordu. ben mutfakta amerikan krep yaptım. katların arasına muz ve bal koydum. kocaman, sıcak bir fincan çayı da  tepsiye yerleştirip, arçil'e, sıcak odaya götürdüm. arçil jpeg'e çevirmiş; fotoğrafı açtı. "aa, ne kadar güzelmiş, pass," dedim. "bakar mısın kitaba bebekle aynı hayret duygusuyla bakıyor. ne tatlı." arçil kreplere yönelmişti, laptop'u alıp mutfağa geldim ve işte yazıyorum.


pass ve ferzan, conrad'ın nostromo kitabının başındalar. kitabın kurgusunda olağanüstü bir önemi olan sulaco kenti coğrafi olarak anlatılıyor şimdi ve okuyucuyu çok zorlayıp çok sıkıyor bu bölüm. conrad, sabırsızlanmamıza hiç aldırmıyormuş gibi devam ediyor. çünkü nerdeyse kitabın baş kahramanı sulaco. ferzan hepimizin bebekken bildiği ama sonra bastırıp unuttuğu bir dürtüyle kitabı ağzına alarak onu anlamaya çalışıyor. bana kalırsa gelecekten haber veriyor ferzan. bir kitabı okumak istediğimizde,  kitabın içeriğine haiz bir tableti ağzımıza alıp, dilimiz ve damağımız arasında bir şekeri emer gibi emeceğiz bir bebek gibi gözlerimiz dalgınlaşarak ve öylece uyuyakalacağız. uyandığımızda o kitabı okumuş, özümsemiş biri olacağız. her şeyi bileceğiz. ama dünyayı anlamak için bilmenin hiçbir şey olduğunun çaresizliğini hissedeceğiz yine de. işte o zaman pass, yani yalnızlığın o kara labirentinde dolaşıp ışığı bulmuş, yani her şeyin en temel noktasını bilecek bir bakış geliştirmiş olarak ferzan'a,  dünyanın, onu anlamak için harikulade bir yer olduğunu anlatacak. hayat bu sayede sürmeye devam edecek.

bayram yeri

$
0
0
bizim orman

süt, gazete, sigara almaya gidiyordum. çocuklardan biri haber verdi arkadaşlarına, "kardan adam yapıyorlar!" hepsi birden yokuş aşağı, arkadaşlarının peşinden koşmaya başladılar. güvercinler havalandı. biri turuncu atkısını düşürdü. yerden aldım. ılık. köşeyi döndüm. iki delikanlı, toplaşan çocuk seyircilerinden utanmış, gülüşerek kardan adamın başını yerleştiriyor, çocuklar büyülenmiş gibi  bakıyordu. heybetli, çirkin ama yine de delikanlının sevgilisini uzak tutmayı isteyeceği türden bir çekiciliği vardı kardan adamın. çocuğu bulup atkıyı doladım boynuna, dönüp bakmadı bile. bir araba park yeri arıyordu; şoförü kardan adamın kapladığı yerden hiç de öfkelenmiş görünmüyordu. öylesine kutsal bir yer kazanmıştı kardan adam küçük cemaatinde. biri, artık bu kardan adama tapınacağız, çünkü büyük, beyaz ve sessiz dese, herkesi ikna edebilirdi. marketten bayramdan kalma bir poşet dolusu rengarenk şekerlerden de aldım. dönüşte çocuklara dağıttım.

sevgili günlük, işte böyle;  bu yıl çok sert bir kış geçirdik, geçiriyoruz. balkonlarımıza çıkamadık, hep kar doldu, korkunç sarkıtlar iniyor çatılarımızdan. bardağımızdaki çay daha yarısında buz gibi soğudu. daha beterini sezdiren bir felaket havası dolaşıyor. yorganlarımızın altında gözlerimiz açık, nefesimizi tutmuş bekliyoruz. "çok yakında hava ısınacakmış," diye bir şayia dolaşıyor ortalıkta. ama kimse inanamıyor; kardan adam öyle büyük ve sessiz ki.

 

bu şarkıları sabah dinledim. ermeni şarkıları. sareri hovin mernemşarkısı çok acıklı; sözleri şöyle: 
dağların rüzgarına öleyim/yarimin boyuna öleyim/bir yıldır ki görmemişim/görenin gözüne öleyim/durmuşum gelemiyorum/dolmuşum ağlayamıyorum/bir yıldır ki görmemişim/ görenin gözüne öleyim/nehirlerden su akmıyor/senden haber getirmiyor/belki aşkın soğudu/nehirler aşkını getirmiyor.

dostoyevski: ezilmiş ve aşağılanmışlar. ayrıca kahve, ergenlik hali, eşya psikolojisi şu bu...

$
0
0

dört saat uyuduktan sonra tam da uyanma saatim gelmiş gibi yataktan fırlamamın nedeni gün boyu içtiğim kahvelerdir belki, dedim bu sabah. bu bilgiyle gözümü açtım. sanki daha uyurken zihnim az sonra uyanacağını, bunun sağlıklı olmadığını düşünüp taşınmış gibi daha gözümü açarken aklımdaki cümle buydu. kahveyi hazırlarken, bir daha eve kahve sokmayayım, dedim. bir tür tedavi olarak insan, çözemeyeceği sorunları, daha kolay sorunlara tahvil edip, o kolay sorunları çözünce arkadaki devasa sorunu çözmüş gibi rahatlamayı bir yöntem olarak kullanabilir.

gerçi zihin çok evcil bir hadise değil. istediğin kadar düzene sokmaya, kural koymaya, eğip bükmeye çalış, ikna olmadıysa kendi başına iş yapar. kahve almayacağım, diye istediğin kadar  kural koy, sivil bir örgüt olduğunu meydan okuyarak bildirir, istiyorsa o kahveyi bal gibi yutturur sana.  zaten bu sivil sözcüğünün eski karşılığı 'başıbozuk'muş. anadolu'ya turneye çıkmış cambaz kumpanyaları 'başıbozuk 10 kuruş, asker 5 kuruş' diye ilan edermiş duhuliyeyi. sivil toplum örgütü yerine, 'gönüllü kuruluş' demenin daha doğru olduğunu bildiriyor mümtaz soysal. devlete, hükümete ait olmayan, onun kurmadığı anlamında.

 

sabah uyanıp, arçil'i kaldırıncaya kadar okuyorum, müzik dinliyorum, zaman geçiriyorum. istiyorum ki arçil gönüllü olsun uyanmaya... büyük meşakkat. sanki dünyanın düzenini ben kurmuşum gibi yatırırken itiraz, uyandırırken itiraz, boynuna kaşkol dolarken itiraz. 'yağmur yağıyor, şemsiye al,' itiraz! 'dünyaya bir şey satmayan, ona metelik vermek zorunda da değil,' ama eğer bir çocuğun varsa ondan itibaren tüm dünyaya metelik vermen gerekir.  istediğin kadar dünyaya karşı tarafsız, kendi yargısına bağlı, uygun görmediği her kurala meydan okuyarak yaşayan bir gönüllü kuruluş gibi örgütle zihnini. bir güvenlik açığı olarak çocuk dünyayla uzlaşmak için masaya oturtur seni. bir yandan da çocuğun,  gönüllü olarak katılmadığın dünyanın kurallarını kabul etsin diye uğraşman gerekir üstüne üstlük.  çözüm olarak ona sadece bağımsız bir zihin vermenin en iyi çözüm olduğuna karar veririsin. ama bağımsız zihin sana karşı da bağımsızdır. istemiyorsa o şemsiyeyi almaz. hep itiraz.

dünyanın her an her dakika etki bombardımıyla bağımsız bir zihin de mümkün değildir ya. işte, siz nasıl diyorsunuz? (:p) quasi- bağımsızlıkquasi, sözde, demek. victor hugo'nun quasimodo'sundan hatırlayın; sözde insan

belki kahve yerine, kahvenin karaborsaya düştüğü zamanlarda olduğu gibi nohut kahvesi filan içmek sağlıklı olur. bir tür placebo etkisi. ama insan kendi zihnini kandıramaz ki... ilaç yerine şeker aldığını bilmemek zorunda insan. placebo, latince beğeneceksin, demek. nohut kahvesini beğeneceksin! peki. intihar etmeye cesaretinin olmayıp, kiralık katil tutmak gibi biraz. fellik fellik katilinden kaçmaya başlarsın. bir de bakmışsın meğer yaşama tutkuyla bağlısın. kahve mi, kahveyi tercih eden insan mı suçlu? epeyce dindar bir ahpabım var eskilerden. geçen gün, tesadüfler allah'a mahsustur ama tercihi yapmak insana, diye yazmış mektubunun bir yerinde. hmm...

kim suçlu? madem buraya, kiralık katile kadar geldik kahveden - nasıl olduysa artık bu:)- ve böylece sivil mivil de derken -insan zihni böyledir: kendi şaşırtıcı yatağında akar- polisiyeye geldi dayandı konu; bir suçlu aramalıyız. suçlu aramazsak içimiz rahat etmez. ve bir suçlu varsa elbette kurban rolünü kendimize biçeriz. madem böyle oldu, o halde şöyle devam edelim:


bu aralar okuduğum kitapta kahkahayı patlatmama neden olan bir cevabı var bunun.  sevgili redrabbit önerdikten sonra sağdaki kolonda, tina resmine tıkladığınızda bir radyo çıkıyor karşınıza... işte o radyoyu açıyor, sesini kısıyor, kitabımı okuyorum. bilgisayarla bağımı bu radyoyla sınırlamak ve internette, şurda burda zaman öldürmek yerine, kitap okumak için nasıl olduysa kendimi böyle bir keyif haline ikna edebildim.

hangi kitaba elimi attıysam tatsız, yavan bir okumaya dönüşmüştü bu aralar. yarıda kesiyordum. bitmemiş her kitap da cızırtılı bir radyo kanalı gibi zihnimi bulandırıyor, gereksiz bir karmaşa yaratıyordu. sorun, seçtiğim kitaplarda değil de bu aralar kitaba kendini adayamayan zihnimde, diye düşünüp üzülüyordum.


(aa... şu an kahve fincanı altlığını buldum! çok alakasız oldu ama önemli bu.  dün akşam masadan düşürmüştüm. ara tara bulamamıştım.  mutfağa her gelişimde de baktım. yok, yok. düşen bir şeyi yerden anında kaldırmazsak sonra ne olur dünyanın hali. gizemli bir şekilde altlık kayboldu. galiba yanıldım, altlık filan düşmedi de ben öyle sandım, diye karar verdiydim kuşkuyla. ama şimdi size yazarken, bir anda farkettim. tam da pencerenin altına dümdüz, dik bir şekilde, saklanıyor gibi duvara yapışmış altlıkla göz göze geldik. aşkolsun! dedim. bir tür delilik olabilir, nesnelerle konuşmam. insanla olmuyorsa eşyayla konuşuyor insan, demek ki. laptop'un ekranı da bir anda kendiliğinden kararıp, kapanıyor bu aralar -ona sonra geleceğiz. aslında bu yazıya başlama nedenim bizzat bu konuyu konuşmaktı, ama zihnimin tuttuğu ipin ucunu takip ederken, bu konuya gelemeyecek kadar dolambaçlı bir yol izlemeye başladı.   'ayy afedersin' diyorum laptop'a. neyi yanlış yaptım acaba?- kahve fincanı altlığını derhal alıp masaya koyup, gazete üstündeki kahvemi onun üstüne yerleştirdim. şimdi ipin ucu kaçtı, nasıl devam edeceğimi hiç bilemiyorum, iyi mi! bilinç akışı altlık hadisesinin bombardımanına uğradı. ben bir yatakları toplayıp, tina ile oynayıp geleyim ve eğer zihin kendi yolunu bulursa ne ala, öylece devam edelim. olmazsa bu yazıyı çöpe göndereceğiz. görüşürüz umarım birazdan.)
...

 muhtemelen kaldırtacak bu fotoğrafı bana. farkedinceye kadar dursun:)

evet. döndüm. hava çok soğuk. sevimsiz. dün markete uğradığımda bizim manavla hanımlar müdafaa-i hukuk cemiyetinin gizli bir toplantısındaymış gibi, elma kasasının önünde toplaşıp, bir hafta sürecek sibirya soğuklarından bahsediyorlardı. farkındayım, yazı iyice yolunu şaşırdı, kitaba gelmek istiyorum. ne yapsak ki? başka  ipin ucunu yakaldık madem, ordan devam edelim bambaşka bir yazıymış gibi. taammüden yazıları sevmiyorum. zaten iyi de yazamıyorum öyle, katır kutur bir dili oluyor.  uzatıyorum, kusura bakmayın, ama bir süre olmayacağım galiba, sitede uzun bir yazı olsun.

arçil dün akşam tarih çalışıyordu da bu müdafaa-i hukuk cemiyeti ordan. 'adım, RAUF ORBAY olsaydı keşke,' dedi dalgacı evladım, odanın sessizliğine. okuduğum kitaptan başımı kaldırmadan gülümsedim. "ya da ali fuat CEBESOY!' sonra 'başıma hiç, senin adın arçil, benim adım da arçil, senin ismin bundan sonra mustafa arçil olsun, gibi bir şey gelmeyecek. kahraman olmak için hiç şansım yok,' dediğinde kahkahayı patlattım artık. bu sözünün arkasında aslında bana gizli bir sitem var. google'a arkadaşları 'arçil' diye sorunca doğrudan benim sitede onun hakkında yazdığım yazılar görünüyormuş. ismi çok bulunmadığından, başka arçil dosyaları arasında kaybolup gitme şansı bile yokmuş. bundan rahatsız. 'istediğim kadar bahsetmiyorum bile senden diyorum,' ama o, siteyi baştan sonra silmemi istiyor. ağır baskı altında çalışıyorum burda. 'şimdi böyle düşünüyorsun. otuz yaşında burayı okuduğunda çok hoşuna gidecek. hem benim, bizim, hayatımız hakkında istemediğin kadar bilgi bulacaksın,' diyorum, ikna edemiyorum. ergen zihni böyledir, dünyaya meydan okur bir küstahlıkla bakar ve istedikleri hemen şimdi olsun ister. çok severim ergen zihnini. çocukluğun o bizim bildiğimiz dünyada yankısını bulamayan bu nedenle saftirik olduğunu düşündüğümüz, komik doğallığını aşmış; ve fakat henüz sinir bozucu, hesapçı, politik, çıkarcı, kendine çalışır bilgiç, düzenbaz yetişkin dünyasına da girmemiş arafında kavramları kendine özgü nasıl yorumlaması gerektiğiyle karışık, itirazlarla dolu, çok dürüst, çok doğrudan bir alemi vardır zihninin. bir quasi-mantıklı düzene (bu quasi sohbetini hayal meyal hatırlıyorum bir yerden;) sahipmiş gibi olan dünyayı yerle bir edip, yeniden kurmaya cüret edecek kadar enerji ile doludurlar. bayılırım. bir ergenin eleştirisini çok ciddiye alırım. toplumun, kendine özgü, bağımsız olması gerekirken öyle ya da böyle, her durumda büyük sistemlerin baskıcı ve buyurgan bir şekilde ihdas ettiği ailesinden itibaren başıbozukluğu ile 'suçlu'  ilan edilen devrimci asilerdir ergenler. sonra bozulurlar, biz olurlar.

güzeeel. 'suçlu'ya geldik mi yine?:) tali yoldan kavis çizip ana yola bağlanalım tekrar. fena da olmadı; ormandı, dereydi, gözlemecilerdi, dinlene dinlene çıktık otobana yine:) gözümüzü tabelalardan ayırmadan devam edelim bu sefer:




dostoyevski'nin ezilmiş ve aşağılanmışlar kitabında dün akşam nataşa'nın evinde kritik bir tartışma oldu. nataşa'nın çocuksu sevgilisi alyoşa bütün suçu üstlenmek istediğinde nataşa; 'hayır, kendini suçlama alyoşa... başkalarındadır suç... düşmanlarımızda! bütün suç onlarda!..." dedi. (s.205) bunu okuyunca gülümsedim ve hangi konuyu çalıştığını sorduğumda, kongreler bahsini, 'olaylar, olaylar' şeklinde geçiştiren arçil neye güldüğümü sorunca, anlatmaya üşendim; 'otuz yaşına geldiğinde, siteyi okuduğunda anlarsın. siteye yazacağım,' dedim. nataşa'ya güldüm; çünkü bir suçlu varsa bunu kendinde, sevdiklerinde aramayıp da tüm suçu düşmanlara ithaf etmek?... çabayı, gerçeği bulmak yerine, kendine toz kondurmamak için harcamak?... nedir yani? eğri oturup doğru konuşalım, suçun birazı da sende be, nataşa.


ezilmiş ve aşağılanmışlar, tam bir melodram. dostoyevski'nin diğer kitaplarına nazaran kolayca, bir çırpıda okunuyor. derin karakter analizleri, ruhsal hesaplaşmar, ayrıntılı sorgulamalardan ziyade olayların gidişatı merak duygunuzu kışkırtıyor.

dostoyevski sevenleri ilgilendiren bir tarafı da, bu kitabın biyografik özellikler, dostoyevski'nin hayatından yoğun izler taşıması. kitapta üçlü bir aşk hikayesi var. vanya, nataşa'ya aşık. nataşa alyoşa'ya. vanya, nataşa sevdiğine kavuşsun, diye nataşa'ya yardım eder. dostoyevski'nin  ilk karısı maria, dostoyevski ile tatlı, akıllı bir öğretmen olan vergunov arasında kararsız kalmış. dostoyevski de vanya'nın alyoşa için söylediği gibi, vergunov'dan, 'bana kardeşten daha yakın,' diye bahseder. -ne soylu bir dünya! çıkarların çatışması birini düşman ilan etmen için yeterli değil ki.- ayrıca kitaptaki vanya, dostoyevski gibi bir yazar. onun ilk kitabının, insancıklar'ın konusuna birebir benzer bir kitap yazar o da ve belinski benzeri bir eleştirmen tarafından göklere çıkarılır. bu övgüden başı dönüp, çok mutlu olmuş, 'saf ve düşünceli' bir yazardır, vanya da.

ayrıca kitap dostoyevski'nin sonra yazacağı büyük eserlerinin tohumlarını barındırır. bu kitaptaki saf, iyilik dolu alyoşa'dan doğmuştur bana kalırsa budala'daki muhteşem prens mişkin.

kitabın, iyiniyetli, dürüst, masum kahramanları, alyoşa'nın babası prens valkovski gibi ünvan sahibi, para düşkünü insanların entrikaları, gizli planları, yüze gülüp arkadan iş çevirmeleri ile ezilir, aşağılanır, küçümsenirler. alyoşa, babasının onu evlendirmek istediği tatlı katya ile birlikte bazı toplantılara da katılır ve buradan 1860'ların rusya'sının siyasi, düşünsel yapısını sezeriz.

dostoyevski bu kitabı sürgünden sonra yazmış. elbette, sibirya anılarını içeren ölü evinden anılar'dan sonra. ben bilmeden mantıklı bir sıralama yapmışım, ölü evinden anılar kitabından sonra bu kitabı okumakla. dostoyevski sürgündeyken, kırım savaşı kaybedilmiş, nikola I'in otuz yıllık saltanatı sona ermiş, moskova-berlin demiryolu yapılmış ve bunların rus yaşantısına derin etkileri olmuş.  dostoyevski sürgüne gitmeden önce, yani bu kitaptan on yıl kadar önce, rus düşüncesi avrupa'ya ümitle bakıyor. ancak 1848 siyasi karışıklıkları avrupa'yı anında karşı devrime sürükleyince, herzen'in deyişiyle, 'avrupa uyumuyor, avrupa ölmüş." zaten nikola I'in lanetlenişi, kölelerin özgür bırakılışı, sansürün kaldırılışı ile rusya'da ateşli, coşkulu bir reform hareketi görülüyor. liberaller, radikaller, tutucular, hepsi birden aynı dili kullanarak bitkin ve yaşlı avrupa'ya sırt çevirip, taze genç dev rusya'nın aydınlık geleceğine bakıyorlar. işte, dostoyevski sürgünden geldiğinde rusya'da böylesi bir halka bağlılık, köylülüğün yüceltilmesi hadisesi var. eskiden benzer ülküler için insanlar fransa'ya bakarken, şimdi kendilerinde, rus halkında yüceltiyorlar bu ülküyü. nitekim alyoşa katya ile gittiği toplantılardaki ateşli konuşmaları büyük bir saflıkla nataşa'ya anlatırken, bizzat 1861'in rusya'sından bahseder aslında.

dostoyevski'nin diğer kitaplarında insan zihninin basık tavan arasında derin sancılarla dolu sayfalar okurken, bu kitapta nispeten daha ferah feza, daha aydınlık bir hava var. karakterler yine dostoyevski'nin karakterleri, ama biz diğer kitaplarından dostoyevski'nin insan tiplerini bildiğimiz için görece ayrıntısız olması bize yetersiz gelmiyor.



evet. böyle diyip, bitirsek mi artık sohbeti? hah, laptop'un mikrofon girişi bozuk. kendiliğinden kapanıyor ya da kilitleniyor. bakıma mı göndersem acaba, dedim. öyle olursa konuşamayacağız bir süre. süpürgeden sonra şimdi de laptop. acaba ortak elektrik akımıyla aralarında bir sohbet mi dönüyor bunların? topluca isyan planladıkları bir twitter kanalları filan mı var, anlamadım.  yanlış mı kullanıyorum acaba? suç bende mi? çünkü otomobil sahipleri bilir, şoförün kullanma biçimine, nerdeyse onun karakterine göre otomobil çalışma şeklini belirler. bunun bir de adı var galiba. okudum ya bir yerde, hatırlamıyorum şimdi tam. gerçi hep de kullanıcı belirlemez eşya ile ilişkiyi. bazen eşyanın şekli şemali, onu nasıl kullanman gerektiğini emreder sana. bu fincanı kulbundan tutup içmen gerekir. yanarsın. kitabı abajur'un altında tutarsın. ben bu laptop'un hangi kullanma talimatına uymuyorum acaba? çünkü eğer hata bendeyse bunu at başka laptop al, bir süre sonra aynı sorun baş gösterir. acaba bu durumda sorun sevgililerimde değil de bende miydi!? amanın!:) hayır, başkalarındadır suç!... düşmanlarımızda!... :) kitap okumak faydalıdır;)


toplam üç büyük kupa kahve içtiğim yazıda yararlanılan kitaplar:
. dostoyevski, ezilmiş ve aşağılanmışlar, ç. ergin altay, iletişim yayınları.
. e.h. carr, dostoyevski, ç ayhan gerçeker, iletişim yayınları.
. önder şenyapılı, her sözcüğün bir öyküsü var, odtü geliştirme vakfı yayıncılık.
 


kedili şiir. sadece tina için

$
0
0
radyatörün üstünde yatan ve bakışıp durduğumuz tina'ya, 'aa, bugün kediler günüymüş!' dedim. kuru mama perhizi nedeniyle yeşil gözleri küskünlükle daha da koygunlaşan tina çenesini şöyle bir kaldırdı. tüm akşam boyunca nasıl bir sohbet konusu bulsam da onunla aramızı düzeltsem, diye kara kara düşünüyordum. ona muhteşem kedi macavity'yi okurken, düşünceli başını, gücü ayarsız patilerine dayayıp güzelce dinledi. kutlu olsun tina'cığım günün!















esrarlı kedi macavity
nam-ı diğer 'saklı pençe', macavity esrarlı bir kedidir:
yasaya meydan okuyan suçludur; en hünerlisidir.
scotland yard’ın aldatılışı, uçan ekip’in umutsuzluğudur:
çünkü ne vakit ulaşsalar suç mahalline – macavity orada yoktur!

macavity, macavity, kimse değil macavity gibi,
çiğner bütün insan yasalarını, çiğner yerçekimini.
havada yükselme gücüne şaşar bir hint fakiri,
ve ne vakit ulaşılsa suç mahalline – yoktur orada macavity!
havaya bakabilirsin, arayabilirsin onu bodrumda,
ama tekrar tekrar söylüyorum sana, macavity yoktur orada!

kumral bir kedidir macavity, çok uzun ve sıskadır;
görsen tanırsın, çünkü gözleri içe basıktır.
derin çizgilidir alnı düşüncelerden, kafası kötülüğe yargılıdır;
ihmalden dolayı tozludur ceketi, bıyıkları taranmamıştır.
sallar durur kafasını bir yandan öbürüne, yılansı hareketlerle;
ve büsbütün uyanıktır hep, yarı uyur olduğunu düşündüğünde.

macavity, macavity, macavity gibi değil kimse,
ahlâk bozuculuğun ucubesidir, bir zebanidir kedi biçiminde.
yan sokaklardan birinde rastlayabilirsin ona, rastlayabilirsin meydanda
ama ne vakit bir suçun farkına varılırsa, macavity yoktur orada!

dıştan bakıldığında saygıdeğerdir. (iskambil oynarken hile yaparmış).
ve ayak izleri scotland yard’ın hiçbir dosyasında bulunmazmış.
ve ne vakit kiler yağmalansa, yahut mücevher kasası soyulsa,
yahut sırra kadem bassa süt, yahut başka bir pekin cinsi köpek boğulsa,
yahut seranın camı kırılsa, ve sarmaşıklığın onarımı bozulsa,
muhakkak, o şeyin bir şaşkınlığı vardır! macavity yoktur orada!

ve dışişleri bakanlığı bir antlaşmanın hatalı olduğunu anladığında,
yahut donanma bakanlığı bazı planları ve çizimleri kaybettiğinde,laf aramızda,
belki bulunur bir kağıt parçası merdivende yahut salonda
ama faydasızdır bunu araştırmak – macavity yoktur orada!
ve şöyle der gizli servis, kayıp açığa çıktığında:
“macavity’nin işidir bu mutlak! ” – ama o şimdi bir mil uzakta.
bulacağından emin olabilirsin onu dinlenirken yahut pençelerini yalarken,
yahut uzun ve karmaşık bölme toplama işlemleriyle uğraşırken.

macavity, macavity, kimse değil macavity gibi,
asla böyle hilekâr ve kaygan bir kedi görülmedi.
hep vardır onun bir şahidi, yahut bir veya iki yedeği:
ve ne vakit vuku bulursa bulsun fiil – MACAVİTY ORADA DEĞİLDİ!
ve kötü fiilleriyle nam salmış bütün kediler aslında
(mesela mungojerrie, griddlebone mesela)
onların bütün çalışmalarını denetleyen suçun napolyon’u
o kedinin sadece ve sadece taşeronu.

t.s. eliot
çev. ismail haydar aksoy

kurabiye, şiir... yağmur da benden.

$
0
0

güzel bir başlangıç olsun, yağmur yağsın mesela. şimdi yağmıyor, yarın yağacak. şimdi duyabiliriz onu ama. hafızamızda tüm yağmurlar var. geçmişin ve geleceğin tüm olası görüntüleri ve sesleri de orada çünkü. bazısı bizim başımıza gelecek, bazısı başkalarının. ciddiyeti yüksek bir merak geliştirelim yeter. oyuna dahil olacak kadar. oyuna inanacak kadar, diyelim. yağmuru yağdırırsak, gerisi kolay.

ona, şimdi ne ekleyelim? elimizde kurabiyeler pişen bir mutfak var. şu an ben duyuyorum o kokuyu. diyince, siz de duyacaksınız. ikişer ölçek zencefil, tarçına, bir ölçek tuz. karıştır bir kapta bunları. unu ve kabartma tozunu da baharatlara ekle. varsa bir avuç da kahverengi şeker. tereyağ, bir yumurta, pekmez... hadi biraz da tahini başka bir kapta karıştır. birleştir. cevizleri elimle kırıp kırıp koydum ben. ceviz koyunca, açıp, kurabiye şekilleri ile süs vermek zor. avuç içinde yuvarlat. pat, pat.  eh, kızarınca, kahve iyi olur bu kurabiyeyle. başka kurabiyeler de yapacağız, ama şimdi mola zamanı.


müziği açalım. çok da ferah feza bir müzik olmasın. endişe ve korku derinde dolaşsın. katil ve maktül hemen, az önce karşılaşmışlar gibi. yakın geleceği ikisi de çok merak ediyor. ikisi de aşık gibi bakıyor birbirine. yaklaşık şöyle bir müzik.




masaya oturduk mu? camdan da baktık mı biraz? güzel, yağmuru yağdırmaya devam. masada hangi kitap varsa o. mutfak masasını, tesadüfleri sever yapalım. yatak odasından, salona ulaşamamış kitaplar dursun. ya da salondan henüz yatak odasına varamamışlar. dostoyevski'nin öteki'si var masada. geçelim onu. ona küsüz biraz. can dostumuz, gogol'le pek sıkı fıkı olmuş. bunu hazmedip, öyle dönmem lazım ona. içerledim şimdi... çok hazırlıksız yakalandım. salinger'ın dokuz öyküsü, hemen yanında. nefis. ondan konuşmayı öğreniyorum. öyle kelimeleri bıçakla kesip filan değil, cümle cümle elimle bir ucundan yukarıda tutup...  iyi ama içimizde dolaşan ince bir sancı var. nedensiz. belki şu pencereye monte ettiğimiz yağmurdan. belki başka bir şeyden. merak etmiyoruz. adres aramaya kalksak, canımız sıkılır. gerek yok. sert, kokulu kurabiyeyi, kahvemize banıyoruz. iyiyiz. o halde şu kitaba, şiir kitabına uzanalım.  aman dikkat, kahveye girmesin sabahlığın kolu. işte açıyorum.

josé
şimdi n'olacak, josé?
parti bitti,
ışıklar söndü, herkes gitti,
gece soğuk,
şimdi n'olacak, josé?
ne diyorsun ha?
adsız josé
başkalarını kızdıran
şiir yazan,
kavgadan hoşlanan
şimdi n'oalacak, josé?

kadının yok,
ne söyleyecek sözün,
ne sevgin kaldı,
ne içki içebilirisn artık,
ne de cigara,
tüküremezsin bile,
gece soğuk,
gün doğmadı,
ne otobüs geldi,
ne de ütopya,
gülen kimse yok,
her şey sona erdi,
her şey çekip gitti,
her şey çürüdü,
şimdi n'olacak, josé?

şimdi n'olacak, josé?
tatlı dilin,
şölenlerin, perhizlerin,
o ateşli anların,
raflardaki kitapların,
altın çıkan madenin,
camdan giysilerin,
anlaşılmaz sözlerin,
nefretin, şimdi n'olacak?

elinde anahtar
kapıyı açmak istiyorsun
kapı yok
denizde boğulmak istiyorsun,
deniz kurumuş;
minas'a gitmek istiyorsun,
artık minas yok;
josé, şimdi n'olacak?
bağırabilsen,
inleyebilsen,
bize bir viyana valsi
çalabilsen,
uyuyabilsen,
yorulabilsen,
ölebilsen...
ama ölemezsin sen,
sapasağlamsın, josé.

karanlıkta tek başına,
vahşi bir hayvan gibi
kafa yormadan tanrılara,
dayanabileceğin
bir duvar bile olmadan,
dörtnala kaçabileceğin
bir kara attan yoksun
yürüyorsun, josé!
josé, nereye?

carlos drummond de andrade 
dünyayı taşıyor omuzların
çev. cevat çapan
yky

hmm... üzüntülü. (puntoyu küçültelim. üzüntüyü göze alan okusun.) oysa, hala mutfaktayız, hala savrulup giden neşenin eteğine yapışmış... fırın soğumadan, beklettiğimiz diğer hamuru hazırlayıp tepsiye... tamam, cümle kuralım:  sevmediğim bir peynir vardı evde. domates kurusu, toz kırmızı biber, kekik, zeytinyağı arasında küp küp bekletecektim de belki öyle yenebilecekti. aldım onu (içeriye, cik cik cik...) porselen büyük kaseye (bu işler için seramik kase alacağım ne zamandır),  elimle yoğurdum iyice. un, kabartma tozu, tereyağ ekledim. minik poaça süsü vererek dizdim tepsiye. üstüne yumurta sarısı (beyazı da hamurun içindeydi), çörek otu. azıcık tuz ekleseymişim iyiymiş. ama valla nefis olmuş (yeminli yemek blogırı:)

geç oldu. hızla geçelim. tuzlu kurabiye de yaptım. o da klasik, portakal ağacı'ndan tarif aldığım, şu sirkeli, kıtır kıtır kurabiyeden. bunlar önemli değil, asıl yaptığım kuru köfte nefis olmuştu. her zamanki gibi yaptım, niçin böyle güzel oldu bilemedim, diyorum ya, ben yumurta eklemiyordum, bu sefer ekledim. maydonoz da kıydım gayet anne usulü olsun diye. eh, her zamanki gibi yine bir iki yemek kaşığı sirke var, kalanı bildiğiniz gibi.

acele ediyorum çünkü, bir filmi yarıda bırakıp geldim buraya. apar topar, sanki acilen sizinle konuşmam gerekiyormuş gibi. hemen filme devam edeceğim. şu film: bir cinayetin anatomisi.


şuradan izliyorum.
bu siteyi kaydedin bence. bir sürü iyi film var. 
ben daha çok polisiye-gerilim filmleri için hep buradayım. 
poirot'lu, marple'lı filmler nerdeyse tükendi.

tamam.

uykulu

$
0
0
 
bütün gün yataktaydım. çok, çok yorgun hissediyordum. sabah yağmur yağıyordu, yatak çok rahattı. iki yastık tam da istediğim açıda, yükseklikte. arçil'i uyandırdım, şirkette yapacaktı kahvaltıyı, iyi oldu, kalkmadım hiç. uyudum. zihnimde sayıklama dolu bir ses "yürüsem," diyordu. uykumda bir yerlere yürüdüm.  sıcak bir çay hayali ile uyandım bir seferinde, onu yapmayı becerdim. dondurucudan kurabiye, poaça çıkardım. çözülsün de yerim, dedim. fincan yatağın yanında, yarısında, yine uyumuşum. uyanıp, kurabiye değil de fıstık ezmesi yedim, dondurma gibi kavanozdan. bu sırada, conrad'ın gizli casus'undan bir bölüm okudum. tatlı insanın uykusunu getiriyor ki uyuyakalmışım. bay varloc'la londra'da oxford street'in paralelinde, mağazaların arka kapılarının açıldığı caddedeydik. sevimsizdi. varloc'a izmir'de basmane'de var buna benzer cadde, diyorum. o, güneşi gösteriyor, londra'nın güneşi, kanlı bir göz gibi bakar, diyerek. korkunç kötü bir benzetme, diyorum. çayı ısıtıp, bir dizi açmaya çalıştım bilgisayardan. kilitlendi, yeniden açıldı, sıkıldım. uyuyakalacaktım, bugün bir randevum olabileceğini hatırladım. bir telefon görüşmesi yaptım. bugün netleşmemiş toplantı. çok sevindim.



balkanlardan yeni bir soğuk hava... çıkıp uzak marketten ciğer alıp, akşama... ankara'da öğrenciyken akşam yemeğinden sonra çıkıp yürürdüm evlerin pencerelerine, sabırsız arabalara bakarak. yalnız yürürdüm. öğleyin de okuldan çıkıp bir esnaf lokantasında yemeğimi yiyip, öğle uykusu uyumak için yurda dönerdim. yalnızlık sorun değildi, çok mutluydum.


sonra gökhan'la kurtuluş parkı'nın içinden geçen yürüyüşlerimiz. sigara içmeye başlamıştım artık. işaret parmağımla izmariti fırlatışım, sohbet arasında. reha ile bebek'te yağmurlu bir akşamüstü yürüyüşümüz, bebek oteli'nin cafe'sinde konyak içişimiz. bora ile belgrad ormanında uzun, sessiz, sadece parmağımızla diğerinin dikkatini çekmek için bir mantara, kuşa işaret ederek yürüyüşümüz. kaçak'la saraybosna'da miljacka nehri boyunca upuzun caddede eski şehre doğru yürüyüşümüz. yürümek güzeldir. aşkla çok ilgilidir ama dikkati ona yoğunlaştırmaz. bu nedenle güzeldir. sanki kalbin genişler, çözülür, hava girer her şeyin arasına, mesafelenir ama eve döndüğünde o kalp tekrar sıkıca kapanır, birbirine yoğunlaşır. yürüyüşten yorulmuş eve dönmek harikadır. öyle güzeldir ki... hem insan birbirini yürürken tanır. adımlarının ritminde, birbirinin hacmini kollayışında, çevreye ilgisinde... birbirine bedensel ve zihinsel olarak bu hareketli alan içinde ne kadar uyumlusun, yürürken anlarsın. yürürken iyi konuşursun. birbirini bilmek için nerdeyse sevişmek kadar doğru bir yoldur. tevrat'ta, kadın ve erkek birbirini bilir ve sonra çocukları olur, der.

insan bu kadar uyumak istemese de kalkıp yürüyebilse. yağmur da yağıyor. kalkıp sıkıca sarıp sarmalasam kendimi, ayakkabımı giyebilsem, ormana gidip, cafe'ye oturup, çay söylesem. çam ağaçları kokuyordur. ama uyku durdurulamaz bir çığ gibi gelip her şeyi örtüyor, gözlerim yine kapanıyor.

geçmiş kolay geçmez.

$
0
0




bi şey olur... eski arkadaşlarla sonradan karşılaşmalarda, kaybettiğiniz bir şeyi arar gibi dolaşır kelimeler aranızda. sohbet bazen bir köşeye yığılır, bazı yerlerde seyrekleşir... çoğu yerde de susarsınız; kelimeler ne halt edeceğini bilemez.

dün konuştuğumuzda ama, her şey yerli yerindeydi. ortak dostumuz, reha sohbetimizde, yanımızdaydı çünkü.. itiraf ettik; ikimiz de onu özlüyorduk. özlüyorduk, çünkü, kendine bile dillendiremediğin bir şeyi, reha’ya söyleyebilirdin. onun anlayışı içinde, insan olmanın macerasına dahil olarak coşkuyla kabul görürdün. isterdin ki reha tanık olsun, ne yapıyorsan.  ben reha’yı ara sıra arçil’in yüzünde, tavırlarında görüyorum gerçi. geçen gün arçil’i uyandırmak için, yorganı çekip, omzuna dokunup, şakağını öper, o hala uykuda direnirken, dedi ki gözleri hala kapalı, yüzünde muzip bir ifade; ‘dayı, ne satıyosan almıyom, yaw.’:) öylesine babasıydı ki o anda oğlum, şaşkınlıkla kahkahayı bastım, ama gözlerim de doldu.

arkadaşım, conrad’ı, faulkner’ı, carson mccullers’ı ve daha bir çok yazarı sevmesinde reha’nın katkısından bahsetti. şaşırdım; ben reha’yı neden kitaplarla hatırlamıyorum? kitapları, oradaki karakterlerin onun farkettiği gizli trajedisini anlatırkenki heyecanını hatırlıyorum; ama ne yazarları, ne kahramanların adlarını hatırlıyorum. keşke unutmasaymışım; conrad hakkında ne, ama ne söylüyordu? benim şimdi, carson mccullers’ın sinirli, ergen kızlarında kendimi buluşuma güler miydi? faulkner’ın, döşeğimde ölürken kitabının benim için adana demek olduğunu söylesem, ne demek istediğimi tümden anlardı ama, eminim.

arkadaşımla aramızda ortak bir şey var; onunla konuşurken memlekete dönmüş gibi hissediyorum. çünkü dilimizin genetiğinde hala reha’nın kodları gizli. dün biraz reha’dan bahsettik... ikimiz de rahattık, kelimeler adreslerini biliyordu. sohbet, neşeli, derin, akışkandı. en sonunda dedi ki; esra yalazan’ın yazısını oku. işte, şurada.



iyi

$
0
0
bu aralar biraz koşturmaca içindeyim. bedenim değilse bile zihnim hep bir şeylerle meşgul. bu nedenle buraya çoğu kez akşamları uğrayabiliyorum. biraz yoluna girsin, size uzun uzun anlatırım. şimdilik yarı zamanlı olacağını düşündüğüm bir işe başladım. iş arkadaşlarım çok, çok tatlı. aşağıda gördüğünüz fotoğraf, yeni tanıştığım, çok sevdiğim bir iş arkadaşımla.


dramaistanbul'un atölyesine devam ediyorum. senaryo yazmak üzerine bir sürü yeni şey öğreniyorum. çok da eğleniyorum. filmler hakkında konuşmak, film yapmak üstüne konuşmak, daha önce izlerken farketmediğin şekilde filme, hikayesinin niçin öyle kurulduğunu düşünerek bakmak... bilmem ki, çok heyecanlı geliyor bana. eğer düşünürlerse istanbul'daki arkadaşlara da öneririm. gerçi sınıfımızda ta ankara'dan gelen bir arkadaş da var:) cumartesi günleri dört saat, aklınızda olsun. 7 nisan'da yeni atölye başlayacak. ayrıca atölye yeni yerine taşındı; cihangir'de çok sevimli bir daire.



sigarayı bırakmaya gücüm yetmedi, ama azalttım epey bugün. bahar iyice gelsin, sabahları 45 dakika yürüyeceğim. arçil ve tina iyi. mutfaktayım şu an. çoğu kez yokluğumu pek hissetmiyorlardı odada, ama özlemişler bugün:) size bildireyim, dedim gelişmeleri, odaya geçeceğim şimdi.

bahar gelsin, az nikotinle de birlikte daha enerjik olup, zamanı daha verimli kullanabilirim sanırım. bi de çok tuhaf, ne olursa olsun, size anlatmayı düşünüyorum hep, sanki size anlatmazsam eksik kalacakmış gibi:)

işte böyle, arkadaşlar. şimdilik bu kadar diyeyim. iyiyiz. vaktim olunca uzun uzun yazarım yine.

bu akşam bu havadayız, bu şarkıları dinliyorum:)

duygulu

$
0
0


 

bir duygululuk hali var üstümde. mayalanan bir hamur gibi, ılık ve örtülü bir halde bekleme, dünyaya uzanan saçaklarını toparlayıp bir kendini yine kendinde bulma ihtiyacı... camus, yolculukların sonunda kendimizi yeniden tanırız, der. böyle bir şeydi galiba, mealen diyorum. yıllar önce üniversite yurdunda ranzada okuduğum onun ince, tersi ve yüzü kitabından aklımda kala kala bu kalmış. o zamanlar hızla okurdum bir kitabı. şimdi elimde eğlenip duruyor. yazarın dediği gerçekten de öyle midir, diye çok düşünüyorum. hah işte, insan, sahnesi değiştiği zaman da ezberlediği kendine daha dikkatli bir bakış geliştiriyor.

conrad'ın gizli casus'u dün ofiste kalmış. ama altı öykü kitabının, gaspar ruiz bölümünü okuyorum. okuyamıyorum. birkaç sayfada heyecanlanıp, mutfağa gelip, sigara yakıyorum çünkü. mutfak, sigara, çay, müzik alanı. yemeğin, suyun, planların, çiçeklerin, geleceğin, anıların, en olmadık hayallerin, en can kulağı dinlenen şarkıların karmakarışık zihinde cümbüş yaptığı...  çocuğunu en iyi, onun en rahat olduğu müdahalesiz anlarda gözleyeceğini bilen dikkatli bir anne gibi kendine, zihnindeki bu cümbüşe uzaktan bakarak derinden derine ne hissediyor anlamaya çalıştığı... soğukla ve işte üstündeki bu duygululuk haliyle ürperdiği bir mağara.

atölye çıkışı, simurg kitabevinde dolaşırken, ben değil başkası gördü bu kitabı raflarda. elin kitaba uzanışını ve sonra kitabın yazarını, adını ayırt ettim. alttaki kitabı alıp, ödemeyi yaptım. otobüste, lamba altı bir koltuk buldum. conrad'ın önsözünü okumaya başladım. sağ yanıma farklı duraklarda top sakallı, bereli birbirine ikiz kadar benzeyen iki yaşlı adam oturdular. tanıştılar. ikisi de kemalistti galiba. hararetle, birbirlerini onaylayarak bir konuşmaya daldılar. sol yanımda iki kız, biri eve gidince yumurta kıracak, diğeri  yorgun olduğu için hemen uyuyacaktı. karşımda genç bir delikanlı, ben ne zaman pencereden baksam telefondan başını kaldırıp... conrad, her kitabının önsözünde olduğu gibi burada da, hangi esinle, nerde gördüğü bir haberle bu kitabı yazdığını anlatıyordu. onun dürüstlüğü, alçakgönüllülüğü, kendini ve bazen de kitabı mazur göstermek isteyişi ya da hiç yoktan savunuşu... buna gerek yok, seni seviyorum, diyorum her seferinde.

mutfakta, oturup sigara içerken, bir direktifle kendimi bir ciddi plan, bir düşünce için örgütlemeye çalışırken aklımda yine ipsiz sapsız, alakasız sahneler, konuşma parçaları... bu aralar sanki çok konuşuyorum. kendimi sürekli bir şeyleri açıklamayı çalışırken buluyorum. kaybolmaktan, görünmemekten korkmak mı bu? anlaşılmamaktan, yanlış anlaşılmaktan bu kadar endişe edip kendine sözcüklerden bir biçim, bir varlık vermek...  keşke bir maya gibi sessizlikte, sadece kendim için, kendimin bildiği bir dönüşmeyi  göze alsam. ama insan neyse odur, ne kadar kendisiyle uğraşsa da. çocuğunun varoluş biçimine rıza gösteren, onu kurcalamayı bir sınırda bırakan bir anne gibi kendini rahat bırakmalı insan.

o halde, bana, olduğu kadarıyla katlanalım, devam edelim; size artık can sıkıcı gelen ısrarımla, conrad'ın henüz okumakta olduğum gaspar ruiz'inden haber vereyim. belki okumak istersiniz, cümlesini de bir kurabiye gibi ekleyeyim yanına ısrarcılıktan uzak bir ılımlılıkla. işte aşağıda, heyecanlanıp, sigara yakıp, mutfakta tur atmama neden olan bir alıntı var.

conrad, altı öykü
çev. hasan fehmi nemli,
iletişim yayınları

"hapishanenin kalın demir çubuklarını rahatça aralayan gaspar ruiz, diğerleriyle birlikte dışarı çıkarılıp yargısız infaza götürülmüştü. bir atasözü, 'her kurşunun kendi hedefi vardır,' der. atasözlerinin hikmeti özlü ve çarpıcı anlatımlarındadır. bizi şaşırtarak ikna ederler. bir başka deyişle çarpılırız ve bu şokla ikna oluruz.

bizi şaşırtan biçimdir, öz değil. atasözleri birer sanattır ama ucuz tarafından. genel kural olarak doğru değildirler; sözgelimi 'yarım somun hiç ekmek olmamasından iyidir' ya da 'hedefi ıskaladın mı ha bir milim olmuş ha bir mil' gibi basmakalıp bir söz değillerse tabii. kimi atasözleri düpedüz aptalcadır, kimileriyse ahlaksız. büyük rus halkının naif yüreğinden çıkan 'tetiği insan çeker, ama kurşunu götüren tanrı'dır,' atasözü fevkalade zalimcedir ve genel kabul gören merhametli tanrı kavramıyla fena halde çelişir. yoksulların, masumların ve çaresizlerin koruyucusu için hiç kuşku yok ki kurşunu örneğin bir babanın kalbine götürmek tutarsız bir iş olurdu.

(...)

mor bir okyanusa batmakta olan kırmızı, bulutsuz bir güneş hararetli bakışlarını görkemli batışının saygıdeğer tanığı olan cordillera sıradağlarının muazzam duvarına dikmişti. ama bir karınca sürüsünü andıran ve kendilerini tam olarak anlamadıkları, genellikle çocukça nedenlerle saçma sapan ve önemsiz ölme, öldürme işlerine vermiş insanları fark etmiş olduğu tasavvur bile edilemez. güneş yine de ateş eden askerlerin sırtlarını ve ölüm mahkumlarının yüzlerini aydınlattı. mahkumlardan bazıları dizlerinin üzerine çökmüştü, bazıları ayakta duruyordu, birkaçı da başlarını kendilerine çevrilmiş namlulardan başka yöne çevirmişti. hepsinin en iriyarısı olan gaspar ruiz dimdik durmuş bir balyayı andıran koca başını göğsüne eğmişti. batmak üzere olan güneş biraz gözünü alıyordu ve kendini artık ölü bir adam sayıyordu."

öyküyü orijinal dilinden okumayı düşünürseniz, şuraya uğrayın, lütfen.

havadis

$
0
0
tam olarak kontrol edemiyorum işleri şimdilik. ilk kez bir ajandayı mantıklı bir şekilde kullanıyorum. bir takım süreli, acil işler varken, sanki o aciliyet durumuna tepki duyuyormuş gibi öylece durup camdan seyretmeyi istediğim anlar çok oluyor. en gerekli olduğu anda telefonum bozuluyor, fotoğraf makinası bilmediğim bir engel çıkarıyor, printer'ın kablosu kayboluyor, tina'nın ciğeri bitiyor, arçil'in burnu akıyor, hızla ulaşmam gereken yere giden yol uzuyor, trafik sıkışıyor... ve ben iyice şuursuzlaşıp, boş boş camdan dışarı bakıyorum böyle zamanlarda.

ama iyiyim. kadıköy'e giderken artık formam olan kot ve kazak dışında dolapta başka giysilere gözüm takılmaya başladı. bugün ne giysem acaba, diye düşünüyorum.  daha dikkatli beslenmeye dikkat ediyorum ki gücüm hiç hesapta yokken bitivermesin. hem bahar da geldi, sokakta olmak nispeten daha zevkli. bazı anlar acı verecek kadar büyük bir özlemle evde olmayı çok istiyorum yine  ama alışıyorum ondan ayrı kalmaya da.


buraya pek uğrayamıyorum. şimdi duştan çıktım ve tekrar çalışmam lazım. dün akşam atölye çıkışı, iş arkadaşım özlem'le birlikte yemek yedik. konuştuk. sonra bir bara gidip içtik. konuştuk. saat geç olduğu için onun evine doğru giderken sabaha kadar açık bir fırından taze çıkmış kurabiyeler alıp, eve gidip koca bir demlik çay demledik. sabaha kadar konuştuk.



sabah uyanıp onun odasına gidince baktım, kocaman yatağın kıyısında yatıyor (evet anladınız; özlem de sevgilisinden ayrıldı:); yatağın hiç bozulmamış tarafına da ben yattım. konuştuk. sonra birlikte uzun uzun kahvaltı edip evet, konuştuk.



yarın akşam toplantı var. bu yaz kesin ama kesin olarak evi şehre daha yakın bir yere taşımam lazım.

durum şimdilik böyle. gelişmelerden yine haber veririm fırsat bulur bulmaz. süssüz, edebiyatsız bir yazı oldu, aceleyle d eyazdım. kusuruma bakmayın artık.

sevgiler.


ya içindesindir, ya dışında

$
0
0


şöyle diyebiliriz; insan yalnızken öylece sakin ve duru bakıyor ya önünde sereserpe, çepeçevre uzanan hayata; bir sırrı çözmüş gibi oluyor. her evde geçen akşamı, her akıldan geçen düşünceyi... öfke, kıskançlık, nefret, aşk, hırs... böyle bazı şeyler var ve bu şeyler bazı hadiselere neden oluyor ya hani, apaçık görüyor bunları.  kar neden yağar, mesela? biliyor. şu ağacın çiçeklenmesindeki hikmet kadar ölümümüz, bundan fazlası değil. kabul ediyor. o an, oracıkta ölüverse, yaşamın sırrına ermiş ve hak edilmiş bir ölümmüş gibi... öyle sanıyor, içi rahat.

sonra bu insan bu bedenini, zihnini alıp, sırrı çözülmüş bu manzaranın içine salıyor. çok tuhaf bir şey oluyor, o çözülen yumak, her temasla yeniden karışmaya, bir sır yeniden inşa edilmeye başlıyor... yani diyeceğim o ki, hayat yeniden başlıyor. dışarıya çıkıyor ve bazı sorunları çok ciddiye alıyor mesela, dışardan kuş bakışı gördüğü o anlamın derinliklerinde kendini kaybediyor filan. ölümü aklına bile getirmiyor. zaten bahar da gelmiş oluyor.

bugün, mutfak masamda, eski günleri taklit eden yavaşlıkta bir sabaha uyandım.  muz, ceviz ve balla krep sandiviçler hazırladım. müziği açtım. pırıl pırıl bir güneş var. nevresimleri değiştiriyorum. pencereden bakıyorum ara sıra. sanki hayat denilen macera bizzat zihnimin bir kurgusu gibi oluyor o anda, öyle biliyorum.

evde en çok...

$
0
0
nevresimi değiştirip, odayı havalandırıp, duş alıp uyumayı seviyorum. 

  
"evde en çok neyi severim?" adında bir seriye başlıyoruz:) evi çok özlüyorum çünkü. dün gece arçil'in arkadaşları bizde kaldılar. beni de kovaladılar. özlem'de kaldım. bugün öğleden sonra eve geldiğimde dağınık ve pis evle karşılaşınca canım biraz sıkıldı. özlem çünkü çok titiz ve onun eviyle karşılaştırınca... yorgundum, ama duramadım, temizlik yeni bitti. 

sanırım evin yarısını atacağım. kolçağı kırılmış çok sevdiğim bir iskemle var; bu kaçıncı tamir, yine kırık. vişne çürüğü pufun çatısı eğrilmiş. ve bir sürü eski giysi... taşınırken hepsini burada bırakacağım. o kenarı kırık tabakları, çatlamış fincanları... eski, ahşap masayı, sehpaları... az, sakin, temizlemesi kolay, sayılı eşya... hatta götüreceklerimin listesini yapacağım. tina'cığımla epey bir uğraştık temizlik işiyle. beni çok özlüyor. şimdi küsüp, kapris de yapmıyor, eskisi kadar çok göremiyor, diye. cuma gecesi, yatağın kenarında o da yatmış, koluma minik minik öpücük kondurdu:) 'ben de seni seviyorum, tina'cığım,' dedim. arçil uyumuyormuş, duymuş. güldü. böyle anları seviyorum.
Viewing all 43 articles
Browse latest View live