dört saat uyuduktan sonra tam da uyanma saatim gelmiş gibi yataktan fırlamamın nedeni gün boyu içtiğim kahvelerdir belki, dedim bu sabah. bu bilgiyle gözümü açtım. sanki daha uyurken zihnim az sonra uyanacağını, bunun sağlıklı olmadığını düşünüp taşınmış gibi daha gözümü açarken aklımdaki cümle buydu. kahveyi hazırlarken, bir daha eve kahve sokmayayım, dedim. bir tür tedavi olarak insan, çözemeyeceği sorunları, daha kolay sorunlara tahvil edip, o kolay sorunları çözünce arkadaki devasa sorunu çözmüş gibi rahatlamayı bir yöntem olarak kullanabilir.
gerçi zihin çok evcil bir hadise değil. istediğin kadar düzene sokmaya, kural koymaya, eğip bükmeye çalış, ikna olmadıysa kendi başına iş yapar. kahve almayacağım, diye istediğin kadar kural koy, sivil bir örgüt olduğunu meydan okuyarak bildirir, istiyorsa o kahveyi bal gibi yutturur sana. zaten bu
sivil sözcüğünün eski karşılığı
'başıbozuk'muş. anadolu'ya turneye çıkmış cambaz kumpanyaları 'başıbozuk 10 kuruş, asker 5 kuruş' diye ilan edermiş duhuliyeyi. sivil toplum örgütü yerine, 'gönüllü kuruluş' demenin daha doğru olduğunu bildiriyor mümtaz soysal. devlete, hükümete ait olmayan, onun kurmadığı anlamında.
sabah uyanıp, arçil'i kaldırıncaya kadar okuyorum, müzik dinliyorum, zaman geçiriyorum. istiyorum ki arçil gönüllü olsun uyanmaya... büyük meşakkat. sanki dünyanın düzenini ben kurmuşum gibi yatırırken itiraz, uyandırırken itiraz, boynuna kaşkol dolarken itiraz. 'yağmur yağıyor, şemsiye al,' itiraz!
'dünyaya bir şey satmayan, ona metelik vermek zorunda da değil,' ama eğer bir çocuğun varsa ondan itibaren tüm dünyaya metelik vermen gerekir. istediğin kadar dünyaya karşı tarafsız, kendi yargısına bağlı, uygun görmediği her kurala meydan okuyarak yaşayan bir gönüllü kuruluş gibi örgütle zihnini. bir güvenlik açığı olarak çocuk dünyayla uzlaşmak için masaya oturtur seni. bir yandan da çocuğun, gönüllü olarak katılmadığın dünyanın kurallarını kabul etsin diye uğraşman gerekir üstüne üstlük. çözüm olarak ona sadece bağımsız bir zihin vermenin en iyi çözüm olduğuna karar veririsin. ama bağımsız zihin sana karşı da bağımsızdır. istemiyorsa o şemsiyeyi almaz. hep itiraz.
dünyanın her an her dakika etki bombardımıyla bağımsız bir zihin de mümkün değildir ya. işte, siz nasıl diyorsunuz? (:p)
quasi- bağımsızlık.
quasi, sözde, demek. victor hugo'nun
quasimodo'sundan hatırlayın;
sözde insan.
belki kahve yerine, kahvenin karaborsaya düştüğü zamanlarda olduğu gibi nohut kahvesi filan içmek sağlıklı olur. bir tür
placebo etkisi. ama insan kendi zihnini kandıramaz ki... ilaç yerine şeker aldığını bilmemek zorunda insan. placebo, latince
beğeneceksin, demek. nohut kahvesini beğeneceksin! peki. intihar etmeye cesaretinin olmayıp, kiralık katil tutmak gibi biraz. fellik fellik katilinden kaçmaya başlarsın. bir de bakmışsın meğer yaşama tutkuyla bağlısın. kahve mi, kahveyi tercih eden insan mı suçlu? epeyce dindar bir ahpabım var eskilerden. geçen gün, tesadüfler allah'a mahsustur ama tercihi yapmak insana, diye yazmış mektubunun bir yerinde. hmm...
kim suçlu? madem buraya, kiralık katile kadar geldik kahveden - nasıl olduysa artık bu:)- ve böylece sivil mivil de derken -insan zihni böyledir: kendi şaşırtıcı yatağında akar- polisiyeye geldi dayandı konu; bir suçlu aramalıyız. suçlu aramazsak içimiz rahat etmez. ve bir suçlu varsa elbette kurban rolünü kendimize biçeriz. madem böyle oldu, o halde şöyle devam edelim:
bu aralar okuduğum kitapta kahkahayı patlatmama neden olan bir cevabı var bunun. sevgili
redrabbit önerdikten sonra sağdaki kolonda, tina resmine tıkladığınızda bir radyo çıkıyor karşınıza... işte o radyoyu açıyor, sesini kısıyor, kitabımı okuyorum. bilgisayarla bağımı bu radyoyla sınırlamak ve internette, şurda burda zaman öldürmek yerine, kitap okumak için nasıl olduysa kendimi böyle bir keyif haline ikna edebildim.
hangi kitaba elimi attıysam tatsız, yavan bir okumaya dönüşmüştü bu aralar. yarıda kesiyordum. bitmemiş her kitap da cızırtılı bir radyo kanalı gibi zihnimi bulandırıyor, gereksiz bir karmaşa yaratıyordu. sorun, seçtiğim kitaplarda değil de bu aralar kitaba kendini adayamayan zihnimde, diye düşünüp üzülüyordum.
![]()
(aa... şu an kahve fincanı altlığını buldum! çok alakasız oldu ama önemli bu. dün akşam masadan düşürmüştüm. ara tara bulamamıştım. mutfağa her gelişimde de baktım. yok, yok. düşen bir şeyi yerden anında kaldırmazsak sonra ne olur dünyanın hali. gizemli bir şekilde altlık kayboldu. galiba yanıldım, altlık filan düşmedi de ben öyle sandım, diye karar verdiydim kuşkuyla. ama şimdi size yazarken, bir anda farkettim. tam da pencerenin altına dümdüz, dik bir şekilde, saklanıyor gibi duvara yapışmış altlıkla göz göze geldik. aşkolsun! dedim. bir tür delilik olabilir, nesnelerle konuşmam. insanla olmuyorsa eşyayla konuşuyor insan, demek ki. laptop'un ekranı da bir anda kendiliğinden kararıp, kapanıyor bu aralar -ona sonra geleceğiz. aslında bu yazıya başlama nedenim bizzat bu konuyu konuşmaktı, ama zihnimin tuttuğu ipin ucunu takip ederken, bu konuya gelemeyecek kadar dolambaçlı bir yol izlemeye başladı. 'ayy afedersin' diyorum laptop'a. neyi yanlış yaptım acaba?- kahve fincanı altlığını derhal alıp masaya koyup, gazete üstündeki kahvemi onun üstüne yerleştirdim. şimdi ipin ucu kaçtı, nasıl devam edeceğimi hiç bilemiyorum, iyi mi! bilinç akışı altlık hadisesinin bombardımanına uğradı. ben bir yatakları toplayıp, tina ile oynayıp geleyim ve eğer zihin kendi yolunu bulursa ne ala, öylece devam edelim. olmazsa bu yazıyı çöpe göndereceğiz. görüşürüz umarım birazdan.)...
muhtemelen kaldırtacak bu fotoğrafı bana. farkedinceye kadar dursun:)
evet. döndüm. hava çok soğuk. sevimsiz. dün markete uğradığımda bizim manavla hanımlar müdafaa-i hukuk cemiyetinin gizli bir toplantısındaymış gibi, elma kasasının önünde toplaşıp, bir hafta sürecek sibirya soğuklarından bahsediyorlardı. farkındayım, yazı iyice yolunu şaşırdı, kitaba gelmek istiyorum. ne yapsak ki? başka ipin ucunu yakaldık madem, ordan devam edelim bambaşka bir yazıymış gibi. taammüden yazıları sevmiyorum. zaten iyi de yazamıyorum öyle, katır kutur bir dili oluyor. uzatıyorum, kusura bakmayın, ama bir süre olmayacağım galiba, sitede uzun bir yazı olsun.
arçil dün akşam tarih çalışıyordu da bu müdafaa-i hukuk cemiyeti ordan. 'adım, RAUF ORBAY olsaydı keşke,' dedi dalgacı evladım, odanın sessizliğine. okuduğum kitaptan başımı kaldırmadan gülümsedim. "ya da ali fuat CEBESOY!' sonra 'başıma hiç, senin adın arçil, benim adım da arçil, senin ismin bundan sonra mustafa arçil olsun, gibi bir şey gelmeyecek. kahraman olmak için hiç şansım yok,' dediğinde kahkahayı patlattım artık. bu sözünün arkasında aslında bana gizli bir sitem var. google'a arkadaşları 'arçil' diye sorunca doğrudan benim sitede onun hakkında yazdığım yazılar görünüyormuş. ismi çok bulunmadığından, başka arçil dosyaları arasında kaybolup gitme şansı bile yokmuş. bundan rahatsız. 'istediğim kadar bahsetmiyorum bile senden diyorum,' ama o, siteyi baştan sonra silmemi istiyor. ağır baskı altında çalışıyorum burda. 'şimdi böyle düşünüyorsun. otuz yaşında burayı okuduğunda çok hoşuna gidecek. hem benim, bizim, hayatımız hakkında istemediğin kadar bilgi bulacaksın,' diyorum, ikna edemiyorum. ergen zihni böyledir, dünyaya meydan okur bir küstahlıkla bakar ve istedikleri hemen şimdi olsun ister. çok severim ergen zihnini. çocukluğun o bizim bildiğimiz dünyada yankısını bulamayan bu nedenle saftirik olduğunu düşündüğümüz, komik doğallığını aşmış; ve fakat henüz sinir bozucu, hesapçı, politik, çıkarcı, kendine çalışır bilgiç, düzenbaz yetişkin dünyasına da girmemiş arafında kavramları kendine özgü nasıl yorumlaması gerektiğiyle karışık, itirazlarla dolu, çok dürüst, çok doğrudan bir alemi vardır zihninin. bir quasi-mantıklı düzene (bu quasi sohbetini hayal meyal hatırlıyorum bir yerden;) sahipmiş gibi olan dünyayı yerle bir edip, yeniden kurmaya cüret edecek kadar enerji ile doludurlar. bayılırım. bir ergenin eleştirisini çok ciddiye alırım. toplumun, kendine özgü, bağımsız olması gerekirken öyle ya da böyle, her durumda büyük sistemlerin baskıcı ve buyurgan bir şekilde ihdas ettiği ailesinden itibaren başıbozukluğu ile 'suçlu' ilan edilen devrimci asilerdir ergenler. sonra bozulurlar, biz olurlar.
güzeeel. 'suçlu'ya geldik mi yine?:) tali yoldan kavis çizip ana yola bağlanalım tekrar. fena da olmadı; ormandı, dereydi, gözlemecilerdi, dinlene dinlene çıktık otobana yine:) gözümüzü tabelalardan ayırmadan devam edelim bu sefer:
dostoyevski'nin
ezilmiş ve aşağılanmışlar kitabında dün akşam nataşa'nın evinde kritik bir tartışma oldu. nataşa'nın çocuksu sevgilisi alyoşa bütün suçu üstlenmek istediğinde nataşa;
'hayır, kendini suçlama alyoşa... başkalarındadır suç... düşmanlarımızda! bütün suç onlarda!..." dedi.
(s.205) bunu okuyunca gülümsedim ve hangi konuyu çalıştığını sorduğumda, kongreler bahsini, '
olaylar, olaylar' şeklinde geçiştiren arçil neye güldüğümü sorunca, anlatmaya üşendim;
'otuz yaşına geldiğinde, siteyi okuduğunda anlarsın. siteye yazacağım,' dedim. nataşa'ya güldüm; çünkü bir suçlu varsa bunu kendinde, sevdiklerinde aramayıp da tüm suçu düşmanlara ithaf etmek?... çabayı, gerçeği bulmak yerine, kendine toz kondurmamak için harcamak?... nedir yani? eğri oturup doğru konuşalım, suçun birazı da sende be, nataşa.
ezilmiş ve aşağılanmışlar, tam bir melodram. dostoyevski'nin diğer kitaplarına nazaran kolayca, bir çırpıda okunuyor. derin karakter analizleri, ruhsal hesaplaşmar, ayrıntılı sorgulamalardan ziyade olayların gidişatı merak duygunuzu kışkırtıyor.
dostoyevski sevenleri ilgilendiren bir tarafı da, bu kitabın biyografik özellikler, dostoyevski'nin hayatından yoğun izler taşıması. kitapta üçlü bir aşk hikayesi var. vanya, nataşa'ya aşık. nataşa alyoşa'ya. vanya, nataşa sevdiğine kavuşsun, diye nataşa'ya yardım eder. dostoyevski'nin ilk karısı maria, dostoyevski ile tatlı, akıllı bir öğretmen olan vergunov arasında kararsız kalmış. dostoyevski de vanya'nın alyoşa için söylediği gibi, vergunov'dan, 'bana kardeşten daha yakın,' diye bahseder. -ne soylu bir dünya! çıkarların çatışması birini düşman ilan etmen için yeterli değil ki.- ayrıca kitaptaki vanya, dostoyevski gibi bir yazar. onun ilk kitabının,
insancıklar'ın konusuna birebir benzer bir kitap yazar o da ve belinski benzeri bir eleştirmen tarafından göklere çıkarılır. bu övgüden başı dönüp, çok mutlu olmuş, 'saf ve düşünceli' bir yazardır, vanya da.
ayrıca kitap dostoyevski'nin sonra yazacağı büyük eserlerinin tohumlarını barındırır. bu kitaptaki saf, iyilik dolu alyoşa'dan doğmuştur bana kalırsa
budala'daki muhteşem prens mişkin.
kitabın, iyiniyetli, dürüst, masum kahramanları, alyoşa'nın babası prens valkovski gibi ünvan sahibi, para düşkünü insanların entrikaları, gizli planları, yüze gülüp arkadan iş çevirmeleri ile ezilir, aşağılanır, küçümsenirler. alyoşa, babasının onu evlendirmek istediği tatlı katya ile birlikte bazı toplantılara da katılır ve buradan 1860'ların rusya'sının siyasi, düşünsel yapısını sezeriz.
dostoyevski bu kitabı sürgünden sonra yazmış. elbette, sibirya anılarını içeren
ölü evinden anılar'dan sonra. ben bilmeden mantıklı bir sıralama yapmışım, ölü evinden anılar kitabından sonra bu kitabı okumakla. dostoyevski sürgündeyken, kırım savaşı kaybedilmiş, nikola I'in otuz yıllık saltanatı sona ermiş, moskova-berlin demiryolu yapılmış ve bunların rus yaşantısına derin etkileri olmuş. dostoyevski sürgüne gitmeden önce, yani bu kitaptan on yıl kadar önce, rus düşüncesi avrupa'ya ümitle bakıyor. ancak 1848 siyasi karışıklıkları avrupa'yı anında karşı devrime sürükleyince, herzen'in deyişiyle, 'avrupa uyumuyor, avrupa ölmüş." zaten nikola I'in lanetlenişi, kölelerin özgür bırakılışı, sansürün kaldırılışı ile rusya'da ateşli, coşkulu bir reform hareketi görülüyor. liberaller, radikaller, tutucular, hepsi birden aynı dili kullanarak bitkin ve yaşlı avrupa'ya sırt çevirip, taze genç dev rusya'nın aydınlık geleceğine bakıyorlar. işte, dostoyevski sürgünden geldiğinde rusya'da böylesi bir halka bağlılık, köylülüğün yüceltilmesi hadisesi var. eskiden benzer ülküler için insanlar fransa'ya bakarken, şimdi kendilerinde, rus halkında yüceltiyorlar bu ülküyü. nitekim alyoşa katya ile gittiği toplantılardaki ateşli konuşmaları büyük bir saflıkla nataşa'ya anlatırken, bizzat 1861'in rusya'sından bahseder aslında.
dostoyevski'nin diğer kitaplarında insan zihninin basık tavan arasında derin sancılarla dolu sayfalar okurken, bu kitapta nispeten daha ferah feza, daha aydınlık bir hava var. karakterler yine dostoyevski'nin karakterleri, ama biz diğer kitaplarından dostoyevski'nin insan tiplerini bildiğimiz için görece ayrıntısız olması bize yetersiz gelmiyor.
![]()
evet. böyle diyip, bitirsek mi artık sohbeti? hah, laptop'un mikrofon girişi bozuk. kendiliğinden kapanıyor ya da kilitleniyor. bakıma mı göndersem acaba, dedim. öyle olursa konuşamayacağız bir süre. süpürgeden sonra şimdi de laptop. acaba ortak elektrik akımıyla aralarında bir sohbet mi dönüyor bunların? topluca isyan planladıkları bir twitter kanalları filan mı var, anlamadım. yanlış mı kullanıyorum acaba? suç bende mi? çünkü otomobil sahipleri bilir, şoförün kullanma biçimine, nerdeyse onun karakterine göre otomobil çalışma şeklini belirler. bunun bir de adı var galiba. okudum ya bir yerde, hatırlamıyorum şimdi tam. gerçi hep de kullanıcı belirlemez eşya ile ilişkiyi. bazen eşyanın şekli şemali, onu nasıl kullanman gerektiğini emreder sana. bu fincanı kulbundan tutup içmen gerekir. yanarsın. kitabı abajur'un altında tutarsın. ben bu laptop'un hangi kullanma talimatına uymuyorum acaba? çünkü eğer hata bendeyse bunu at başka laptop al, bir süre sonra aynı sorun baş gösterir. acaba bu durumda sorun sevgililerimde değil de bende miydi!? amanın!:) hayır, başkalarındadır suç!... düşmanlarımızda!... :) kitap okumak faydalıdır;)
toplam üç büyük kupa kahve içtiğim yazıda yararlanılan kitaplar:. dostoyevski, ezilmiş ve aşağılanmışlar, ç. ergin altay, iletişim yayınları.. e.h. carr, dostoyevski, ç ayhan gerçeker, iletişim yayınları.. önder şenyapılı, her sözcüğün bir öyküsü var, odtü geliştirme vakfı yayıncılık.